Sigara dumanıyla tütsülenmiş, yıldızlı Beyoğlu geceleri sanki. Bira kokusu, masum düğmelerin üzerine doğru ilerliyordu. Sigara ile tütsülenmiş yıldızlı geceler hakimdi artık Beyoğlu'na. Üzgün müyüdük? Kızgın mı yoksa? Yoksa umarsız mı?
Selim İleri / "Denizkızının Öyküsü", Son Yaz Akşamı
"…Temmuz başında yolum Aynalı Pasaj'a düştü. Yine korkunç sıcaklıkta, insanın beyninin eridiği, canından usandığı bir gündü. Öğle vakti, kentin bu en işlek caddesi bile tenhaydı. Tarihimizi o kadar ilgilendiren, yakın geçmişimizi gizlerle donatan İngiliz Konsolosluğu'nun oradan sapmış, arkamda kalan pavyonları, büyük bol bardaklarını ve kızıl saçlı dansöz yaşantılarını görmezden gelerek, iki saniye gölge altında kalabilmek arzusuyla Aynalı Pasaj'a girmiştim.
Manifaturacıların önünden geçtim. Aynada yansılarım terli ve yorgundu. Düğmelere, plastik boncuklara (benim çocukluğumda hepsi billurdu), kordelalara, saç tokalarına, renkli ibrişimlere, Ören Bayan ipliklerine, Princess Victoria'nın ille kraliyet tacı altındaki iki numara delikli iğnelerine ve daha bir sürü ufak tefek süs eşyasına, garnitüre baktım, salt oyalanmak için. Ne kadar çok kolonya ve parfüm çeşidi vardı…
Pasajın çıkışında, dışarıda herkes kokoreç, midye kızartması yiyor, ayaküstü votkalı bira içiyordu: bu da, kentin yeni töresiydi. Hayatımızı sokağa kusuyorduk git gide. Hayatımız çoktan yaldız ışıltılı bir Beyoğlu taşına dönmüştü ve ben, böyle kolonya markaları, rujlar, esanslar, makyajla sıvanmış görüntüler arasında, yakım geleceğimiz için bütün umutları ıraksıyordum. Her şeyi o andaki gibi, insanı çıldırasıya bunaltan sam yelleri gibi hissedince; yaşamın bugünkü donukluğundan, aldırışsızlığından, dediğim gibi o amansız kemikleşmeden, iğrenç ve aşağılık kanıksayıştan, yaşama biçimine dönüşmüş katılıklardan bir kez daha etkilendim.
Aşksızlığa ve ölüme karşın, insanlar hala ayaküstü votkalı bira içmeyi, yumuşamış patates kızartması atıştırarak sadece efkarlanmayı yeğliyorlardı; hatta bu bir öngörü yerine geçiyordu, bir kural, düpedüz ilke! Her şey gelgeçti. Aleladenin hükümleri bütün bir yaşam'a, yaşamın dokunuşuna sızmıştı. Bireyliğe yansımadığı, gün ışığına kavuşturulmadığı sürece her şey ve her ilişki serbestti. Ama bireyliğin bir yansıması olduğunda mahkum edilebilirdi. Mahkum edilmişti daima. Bundan sonda da mahkum edilecekti. Buralarda böyle ayaküstü tanışıyorlar, birbirlerine anlamların en karanlığıyla göz süzüyorlar, defalarca bakışıyorlar, söze dökülmemiş gizli kapaklı alışverişlerde bulunuyorlar, sapkın ilişkiler kuruluyor, esrimeyle acılar azıyor, kaba güce evriliyor ve gözyaşından ötesine açılınamıyordu...
…Çiçek Pazarı'ndan çıkıp, bir zamanlar meyhanelerin, elinde akordeonuyla bir çalgıcı kadının soluduğu, şurada hem meyhanelerin, hem insanların, fıçı üstünde mermer masaların, bardaktaki taç yaprakları döküldükçe dökülen güllerin, kirli taburelerin çepeçevre sıralandığı, o şişman akordeoncu kadınınsa neredeyse tüllere sarınmış bir peri hafifliğiyle önlerinden uyumla geçtiği, şimdiyse yıkık, savaş sonrasın bir hayalet kenti gibi bomboş duran büyük avluda yürürken - az sonra anacaddeye varacak, şehrin ortasındaki bu çöküşü de belliğimden silip atacaktım- , piyango bileti satan çocukla karşılaşınca; artık hayatımızı kumar masalarında, yeşil çuha örtülerde, rulette (belki de Rus ruletinde) ve loteryada denemekten başka çaremizin kalmadığını derin bir iç sızısıyla kavradım..."