Kendi gölgesinde Galata. Hayır, kara bir sihir değil anlatılan. Sokaklarından milyonlarca insanın ayak izi var. İstanbul'un geçmişinden bir parça. Gizemi olmayan hayaletlerin başı boş evi… Herkesin merak ettiği, belki de kimsenin merak etmediği…
Aslı Erdoğan / "Burası benim yaşadığım sokak, mahallem, yerim, yurdum…" , Yazarların İstanbul'u
Burası benim yaşadığım sokak, mahallem, yerim, yurdum…
Peki neredeler? Bu kadar eski bir şehrin, neredeyse Tanrı'nın isimleri kadar çok isimle çağrılmış bu şehrin, hiç mi hayaleti yok?
Karmakarışık sokaklar, eğri büğrü, kıvrım kıvrım. Daracık, dik yokuşlar. Bir zamanlar Galata'yı,sarp bir yamaca derin köklerle tutunmuş bu semti, Styx Irmağı gibi dokuz kez baran, artık görünmezleşmiş surlar… Kalıntılar. Dehlizler. Gizli geçitler. Taşlar, İnatçı, dirençli, delik deşik… Buradan ta ufka kadar, çatlaklarından denizin göründüğü, uğultulu taşlar… Taşların arasındaki çamur, üzerlerine vuran hiçbir imgeyi geri yollamayan durgun su birikintileri. Bütün bu tozun ve karanlığın, terk edilmişliğin ve gölgelerin arasında dolanan canlı, capcanlı bir şey.
Belki burada, saatlerin hep geçmişi vurduğu yerde… Soğumuş bir yıldız gibi yapayalnız parıldayan parıldayan kulenin, döne döne gece göğünün mavimsi karanlığına tırmandığı yerde. Gökyüzünün sessizliğiyle taşlarınkinin birlikteliğinde, geleceğin zalim belirsizliğiyle, bomboş dehlizlerinin belleğinin ki belki sessizlik sandığımız zamanın nabız atışlarıdır.
Burası bir zamanlar yaşadığım sokak. Konakladığım, soluklandığım bir durak. Sınır çizgileri hemen hemen silinmiş barınağım, hapishanem. Yüzyılların anaforunda yapraklarını dökmüş, çırılçıplak, cüretkar bir incir ağacı. Hep uzak, hep ötede, hep ötekiydi. Galata, başıboş bırakılmış karşı kıyı… Kendi sularıyla çevrilmiş bir koloniydi, kendi tanrılarına tapan, kendi yaralarını yalayan… Bir sürgün yeri ve göçmen sığınağıydı, bin ayrı dille konuşan bir gettoydu. Gemilerin esir ve baharat getirdiği, askerlerle tacirlerin Akdeniz'e doğru yola koyulduğu bir limandı. Veba salgınlarında, ardı arkası kesilmeyen kuşatmalarda Konstantinapolis'in mezarlığıydı, rüzgar kuzeyden estiğinde, bu kadim kenti çürüme kokusuyla dolduran… Çiftini yitirmiş, yekpare taştan bir göz, hep güneye bakan… Sırları dökülmüş, aynası yenik kentin, vaktinden önce dikilmiş mezar taşı… Yaralı bir bakış ama artık geleceğe değil sadece geçmişe çevrili… Sözcüklerin ağıyla yakalanamayacak denli derinlere batmış bir geçmişe, yıkıntılarla dolu belleğine denizin…
Burası, benim de bakışım artık, sırları, vaatleri, yıllanmış düşleriyle… Kendimin sandığım öyküleri, yenilgileriyle…Mevsimleri, günleri, geceleriyle… Karanlıkta birbirine sokulan sokakların, incecik bir kar örtüsüyle kaplandığı, hep üşüdüğüm kış geceleri. Sanki sonsuza dek hiç değişmeyecekmiş gibi duran, puslu bahar sabahları. Gündoğumu çiyinin gerçeğin kasvetinde eridiği, tekdüzeliğiyle, belirsizliğiyle hayata o denli benzeyen sabahlar…Mucizevi bir altın rengine bürünürdü gökyüzü bazı sonbahar akşamlarında, öylesine inanılmaz bir renk ki, "Artık ölmüş olmalıyım" diye düşünürdüm. "Ya da bu belki bambaşka bir karanlığın doğumu." Ay ışığının yansıdığı taşlara çarpan yağmur, kulenin soğuk parıltısında, çığlık çığlığa çemberler çizen sırılsıklam kuşlar, uzaktan uzağa duyulan sesler, duvardaki tanıdık gölgeler, yankılanan adımlar… Gezginler, düşkünler, kaçaklar, gencecik hırsızlar, bıçaklanan kadınlar, çemberler çizen sahipsiz adımlar… Unutulan, yeniden yaşanan, yeniden unutulanlar… Yüreğimin çok derinlerinde kıpırdayan, çatırdayan birer buzdağı sanki, buradan geçip gitmiş, çoktan bitmiş bütün hayatlar… Her gün yepyeni bir kayboluş vaat eden puslu ufuklar.
Bu batık limandalar belki, taşta, denizde… Gözleri kendi kayıp geçmişlerine çevrili, ipincecik bir geminin veda ıslığını dinliyorlar belki, bin ayrı dildeki aşk şarkılarını denizcilerin… Herhangi bir sabahında Araf'ın durmuş dinliyorlar, denizin çağrısının artık toprağınkinden ayırt edilemediği herhangi bir sabahta, taşın öyküsünün insanınkinden… Zaman sanki çok uzaklardan gelip burada kalmış bir ustadır, kapılar oyar kayalara, sadece ölülerin açıp girebildiği…
Burada her evin bir mahzeni, her mahzenin bir kuyusu bulunur. Yıllardır kimsenin ayak basmadığı izlenimi veren avlularda bazen bir kapı açılıverir, yorgun bir gölge belirir bir pencerede belirdiği gibi kaybolur, bazen derinlerden, sanki taşın ta kendisinden gelen bir ezgi duyulur. Tanıdık ama bir türlü tanımlayamadığın… İnsanlar birbirine seslenir, sesler boşlukta yankılanır, yankılar başka yankıları çağırır. Yıkılmış evler, boş evler, terk edilmiş evler, içlerinde yalnızca geceleri yaşanan evler… Eski ustaların elinden çıkma, nice depremler, yangınlar atlatmış taş evler. Pas tutmuş kapılar, on yıllar önce kurumuş bir çeşme, güvercinlerin işgalindeki çatılarda, kırık dökük kiremitlerin arasında dikkatle yürüyen bir kedi, günü başlatan, sonlandıran martı çığlıkları. Sokak boyunca dizili iplerde sallanan çamaşırlar, gövdesiz, huzurlu hayaletler. Mazgallardan, çukurlardan, çatlaklardan bir buğu gibi sızan geçmiş çağların ruhu… Derin bir solukla doğrulur, tabanlarına, kemiklerine işler, omurgana tırmanır… Sen de geçip gidersin, tören alaylarıyla tabutların geçtiği yollardan… Birbirine düğümlenmiş sonsuz çemberlerde yürürsün, sihirli, korkunç, eriyen imgeler arasında, ıssız dolambaçlarında ruhunun. Kendi kişisel, sıradan, muhteşem kayboluşunda… Bir bu ses, bir öteki çağırır, sahiplenir, savunur seni, bir taş gibi yamaçtan aşağı, denize doğru yuvarlar, seni de sürükler bütün geçmişler… Bir kez daha yinelenir eski efsaneler adımlarında, çiğnenmiş düşleri, vazgeçilmiş yollarıyla…
Bu yollar, bu sokaklar, bu ağaçsız kaldırımlar, yürek rengi damarlarıdır hayatın, sayısız yazgısıyla pıhtı pıhtı… Taşlardaki her leke sınırlarını bilemediğin bir bakış, sonunu öğrenemeyeceğin bir başlangıçtır. Uzun geceler boyunca yürürsün, kaskatı kesilmiş koyu ışıkların altında… Giderek kararan bir uykudadır Galata, usulcacık soğuk parmaklar örtmüştür tek gözünü, ona açık denizlerin düşlerini taşıyan, gizleyen yolların ıssızlığını sabaha dek… Lodoslar esen sararmış akşamlarda yürürsün, akik rengi ikindilerde…Ay ışığında, yıldız ışığında, Galata'yı olduğu şeye, yalnızca bir kenar mahalleye çeviren gün ışığında… Nasıl da hafiflemiş, özgürleşmiştir adımların, oysa ağırdır yükü bunca lanetin, bunca ağıtın, bunca vedanın… Derin bir solukla doğrulup katılırsın çok uzun sürmüş bu yürüyüşe… Şaşırarak tanırsın kendi izlerini, kendi imgeni. Sizi neyin buluşturduğunu bir türlü çözemezsin, ama artık ayıracak bir şey de kalmamıştır.
Bir zamanlar senin olan sokaklarda yürürsün. Veba salgınlarında cesetlerin üst üste yığıldığı surlar boyunca geçip gidersin, çelimsiz kedilerle dolu avlulara girersin, çalınmış aziz heykellerinin oyuklarında soluklanırsın. Burası Fransız Devrimi'nde kafası kesilerek öldürülmüş şairin doğduğu ev. Tam burada, on sekizinci yüzyılda bir sanat ustasının yaşadığı köşede, bir travesti, elinde tutuşmuş havai fişekler, kapalı pencereden atladı. Bu sokak öldürülmüş genç bir kadın hayaletinin, yüzyılda bir dolunayda belirdiği sokak… Saf yalnızlıktan yontulmuş, yalnızca bir kez, bin yıl önce dalgaların kutsadığı Ceneviz Kulesi. Bir zamanlar kürek mahkumlarının kapatıldığı kuleye tırmanırsın, döne döne… "Asya" denilen karşı kıyıya uçmak isteyenlerle son kıyıyı seçenlerin tırmandığı kulede, sessizce aşağılara bakarsın. Senden, yolculuğundan hiçbir iz taşımayan sokaklara, çatılara, ufka… Yeni doğan güne… Burada kesişmiş bütün yazgıları sahiplenir, kendi kayboluşunun içinde, tek başına, dimdik durup, yaşamın ve ölümün bütün yalanlarını üstlenirsin.
Sen olsan geri döner miydin? Hangi bilinmeyen gökyüzünü anlatmak, hangi hikayeyi tamamlamak için? Hangi sonsuzluğa bir son bulmak için?
Burada, zamanın ağır ağır oyduğu gözlerinde taşın, yakalanmış, garip ve uzak bir imge; derin, boş, yansısız gözlerde, saf altınla çamurdan dokunmuş bir düş. Binlerce kez kırılan kabuğunun içinde kıvrılmış, bekliyor Galata… Yalnızca uzaklara, puslu, bulanık, baştan çıkarıcı ufuklara bakıyor, ama sadece kendi geçmişini görüyor. Bütün hayatlarla ölümleri, öykülerle yenilgileri, başlangıçları ve sonları hatırlayan, unutulan bakışıyla… Kendi sonsuz düşünden başka hiçbir şeye artık inanmıyor. Sığ sulara eğilmiş, derin çizgili yüzünün yansımasını arayan bu kadim kentin, gözlerinden beliren akikten bir damla sanki, bir türlü denizin sonsuz mavisine akamıyor.
Buradasın. Geriye dönmenin yalnızca pişmanlık, yalnızca hayal kırıklığı olmadığını gördüğün yerde… Taşla denizin arasında, ıslıkla çamurun, sonla başlangıçların… Ölülerin sana veda şarkıları söylediği limanda, onları bir daha aramayasın diye… Kendi sesini duyabilmek için bütün sesleri dinlediğin, yeniden doğabilmek için, dünyanın bütün çığlıklarını üstlendiğin yerde…"