Dünyadaki gelişmeleri takip etme ilginiz halen devam ediyor. Geçtiğimiz yıl 13. Venedik Mimarlık Bienali'nde ‘Dünyanın En İyi Genç Mimarları Seçkisi'nde yer aldınız. Daha öncesinde Pınar'ın Rotterdam Mimarlık Bienali için hazırladığı bir çalışma var.
PG: O aslında Rotterdam Mimarlık Bienali'nden bağımsız bir çalışmaydı. Arkimeet kapsamında Hollandalı mimarlar Adriaan Geuze, Willem j. Neutelings, Francine Houben ve Ben van Berkel İstanbul'da konferanslar vermişti. Ben de bu konferanslara paralel olarak onlarla söyleşiler ve proje okumaları yapmıştım. Daha sonra bu buluşmaların derlendiği kitabın editörlüğünü üstlendim. Yani benim mesleki geçmişim Ali ve Burçin'den biraz daha farklı. Daha önce bir mimarlık ofisi yerine Arkitera'da, işin yayıncılık ayağında çalışıyordum. Yine mimarlık tartışmalarının tam içindeydim ama pratik olarak mimarlık yapmıyordum. Acaba pratik olarak mimarlık yapmaya karar versem bir anda sudan çıkmış balığa döner miyim diye bir kaygım da vardı açıkçası ama öyle olmadı. Burçin'in dediği gibi biz gerçekten birbirimize destek olduk ve birbirimizden öğrendik. Zaten ulusal ve uluslararası mimarlık ortamındaki tartışmaları sürekli takip edince o da üretiminize ister istemez yansıyor. Çok büyük bir ara vermiş gibi olmuyorsunuz. Dolayısıyla bir sorun olmadı.
Ama yine mimarlık pratiğine devam etmek istiyorsanız çok da ara vermemek gerekiyor, değil mi?
PG: Evet, sonuçta ara verdiğinizde ister istemez daha yavaş adımlarla başlıyorsunuz.
Peki bu yurtdışı ilişkileriniz halen devam ediyor mu ya da bu tanışıklıklar işbirliğine dönüştü mü?
AE: İlişki bazında devam ediyor. Benim de bir dönem çalıştığım UN Studio ile halen görüşüyoruz. Hatta Çanakkale'de açılan uluslararası yarışmayı Pınar'larla birlikte yürütüyorlar. Onun dışında şu sıralar eğitim yapıları üzerine çalıştığımız için bu alanda işbirliği yaptığımız kişiler var. Yurtdışında neler olup bittiğini takip ediyoruz. İngiltere'de eğitim modellerinin mimariye nasıl dönüştürüldüğü üzerine fikir geliştiren First Education Alliance adlı birliğin üyesiyiz. Dışa açık olduğunuz zaman yabancılar da sizinle iletişime geçmeye çalışıyor.
PG: Türkiye'de proje yapmayı düşünen Hollandalı bir ekiple de iletişim halindeyiz. Uluslararası atölyelere katılmayı önemli buluyoruz. Örneğin geçen sene Dutch Trade Mission'ın Türk mimarlar ile yabancı ofisleri bir araya getirdiği atölyede yer aldık. Sık sık bu tarz diyalogların içine giriyoruz ve çok da faydalanıyoruz.
Venedik Mimarlık Bienali kapsamında davet edildiğimiz etkinliğe farklı ülkelerden 35 yaş altı en başarılı mimarlar seçilmişti. Sizinle aynı kuşaktan olup bambaşka coğrafyalardan gelen ve bambaşka ya da çok paralel sorunlarla uğraşan insanlarla tanışıyorsunuz. Bazısı işbirliğine ya da iletişime dönüşüp devam ediyor, bazısı orada kalıyor. Ama yine de bir tuğla koyuyor deneyiminize. Zaten artık öyle bir çağdayız ki kendi kozamıza kapanıp oturmanın üretken bir sonucu olmayacağı çok aşikar.
2012 yılı, mimarlık ve tasarımla ilgili etkinliklerde PAB'ın yurtdışında olduğu kadar Türkiye'de de görünür olduğu bir yıl. İstanbul Tasarım Bienali'nde ziyaretçiyle buluşan projenizden de bahsedebilir misiniz kısaca? Bu süreç sizi nasıl besledi?
BY: Bienalde sergilenen projemiz tesadüfen karşımıza çıkan ve bizi heyecanlandıran bir konuydu. Düzce'de bir kentsel yenileme projesi üzerine çalışırken orada deprem sonrası yapılmış bir konutla karşılaştık. Çok küçük bir konuttu.
AE: Depremden sonra 1 hafta içerisinde, çok imkansızlıklar içerisinde yapılmış.
BY: Mimari bir refleksle yapıyı hemen fotoğraflamıştık. Çünkü gerçekten arşivlenmesi gereken birtakım özellikleri vardı. Sanki bir mimarın elinden çıkmış veya yabancı bir dergide yayınlanabilecek oranlara sahip hoş bir binaydı.
Çevrede gördüğümüz birçok yapıya göre farklı bir kütle dengesi ve malzeme birlikteliği vardı. Ardından Tasarım Bienali'ne katılmamız için davet gelince konuyu tartışırken, mimarlığın yapılma ve yayılma biçimleri üzerine konuşmaya başladık. Tartışmayı elle tutulur hale getirmek için somut ürün olarak Düzce'de karşılaştığımız bu yapıyı tartışmanın merkezine yerleştirmeye karar verdik. Mimarlığın yapılması, yayınlanması, tanıtılması, yapının üzerine birtakım hikayelerin ve anlamların giydirilmesi üzerine, biraz da bu davranış biçimlerini eleştiren, o yapıyı bir mimar tarafından tasarlanmış ve mimarlık medyasına sunulmuş gibi tanıtan bir çalışma yaptık.
PG: Biri gerçek, biri de kurgu olmak üzere iki hikaye vardı. Gerçek hikaye deprem sonrası imkansızlıklar içinde bir marangoz tarafından bir haftada inşa edilen bir yapıyı anlatırken, kurgu hikaye aslından çok farklı ve pırıltılı fotoğraf kareleri ve röportajlar/ödüller eşliğinde sunulan, yapıyla birlikte onu tasarlayan mimarın da mimarlık ortamında boy gösterdiği bir kurgu hikayeydi. Mimari üretim ve mimar ilişkisini, yapının imajının yapının kendisinin önüne geçmesini gündeme getiren bir çalışmaydı bizim için.
BY: Yapının kendi hikayesi de oldukça ilginç ve dramatik. Tasarım Bienali'ne hazırlanırken 2011'de tekrar o yapının fotoğrafını çekmeye gittik ve ev sahibiyle binayı nasıl inşa ettiğine dair röportaj yaptık. Ziyaretimizden bir hafta sonra da bina yıkıldı.
Çok kritik bir zamanlama olmuş gerçekten.
PG: Proje bir yandan mimarlık medyasını da eleştiriyordu. Konunun kentsel dönüşüm, TOKİ ve yerinden edilen halkla ilişkili bir ucu vardı. Mimarın inisiyatifi ve mimar kimliği gibi kavramlar üzerinden, o yapı bir mimar tarafından tasarlanmadığı için gerçekten niteliksiz mi sorusuna yanıt aradık. Mimari üretimde nitelik neyin karşılığıydı? Bir mimarın elinden çıkması (veya çıkmaması) niteliğinin temel belirleyicisi olabilir miydi gibi sorular sorduk… Tabi yapının teknik olarak birtakım zaafları var. Elbette ki damı akıyordur, su basıyordur. Ama mekansal nitelik açısından bir yapıya mutlaka mimarın elinin değmesi gerekiyor mu? Bu soruyu barındırıyordu içinde...