Berlage Enstitüsü'nde de ders veren ve kuramsal alanda üretimleri bulunan, FOA'nın ortaklarından ünlü İspanyol uygulamacı Alejandro Zaera Polo, özellikle sürdürülebilirlik iddiası taşıyan Meydan Alışveriş Merkezi ile ülkemizde tanınırlık kazandı. Polo'ya sürdürülebilirliğin kavramsal açılımlarını sorduk; hem Meydan, hem de diğer ekolojik atılımlarının ardında yatan motivasyonlardan haberdar olduk.
Ekoloji karvramının bir tasarım verisi olarak hayatlarına yeni girdiğini itiraf eden Polo, artık İspanya'da, İngiltere'de yapı tasarlamak istiyorsanız ekolojik yapım kriterlerine uymak zorunda olduğunuzu belirtiyor. Polo, sürdürülebilir mimarlığın kavramsal problematikleri konusunda da oldukça net konuşuyor: "Tasarımda sınırsız özgürlük diye bir şey zaten asla yoktur!"
"Ekolojinin bir referans modeli olarak gittikçe önem kazanması, mimarlığın uğraşı alanında eylemsizlikten deneyime evrilmesi ile ilişkilendirilebilir."
1970'lerin başından itibaren sürdürülebilirlik, neredeyse tasarıma dair bir öncü yaklaşım akımı haline geldi. Mimarlık ise, doğrudan sosyal kitlelere hizmet etmesinden kaynaklanan bir nedensellikle, büyük ölçüde, sürdürülebilir tasarımın en önemli oyun alanlarından birini oluşturuyor. Ekoloji ve sürdürülebilirlik bağlamındaki projelerinizi, böylesine bir kamu hizmetinden öte bir yatırım olarak algılıyor musunuz?
İlk kez ekoloji temalı bir konferansa davet ediliyoruz. Ve gerçekten çok belirleyici bir şey söyleyebilir miyim, ondan da emin değilim. Aslında konuya, yeni tasarım ifadelerini oluşturmaya yarayan bir veri olarak, her geçen gün biraz daha fazla ilgi duymaya başlıyoruz. Açık bir şekilde ekolojik tasarım herkes için çok daha sağlıklı ve bizim daha bilinçli olmamız gerekiyor. Fakat dürüst olmak gerekirse, ekolojiye olan ilgimiz en başından mevcut değildi. Hiçbir zaman ana ilgi ve dikkat alanımızı ekoloji oluşturmadı veya böyle bir iddiamız olmadı. Strüktürlere, transformasyonlara olan merakımız ekolojiye olandan kat be kat fazlaydı. Şimdilerde ise herkes bu mevzudan bahsediyor ve bu yalnızca bahisle kalmıyor. Şayet Londra'da, Fransa'da ya da İspanya'da bir yapı tasarlıyorsanız, yerel ve merkezi yönetimlerin belirlediği çok sayıda koşut sizi ekolojik tasarım kriterlerini uygulamaya zorluyor, aksi takdirde yapınız gerçekleştirilemiyor. Öte yandan bu konunun, mimarlığın dilini ve sebeplerini değiştirebilecek potansiyelde olduğunu keşfediyoruz.
Biz, tasarıma ulaşmak için bilgiye, veriye ihtiyacı olan mimarlarız. "Eğrisel biçimleri seviyorum", "Kare planlı gökdelenlerden hoşlanıyorum" ya da "Minimalist dekorasyon seviyorum" demiyoruz, aslında bununla da ilgilenmiyoruz. Biz ihtiyacın ne olduğunu bulmak ve ona verimli ve yeterli bir anlam katmakla uğraşıyoruz. Ekoloji ise bu verim ve etkiyi bünyesinde barındırıyor.
Ekolojik mimarlık, tasarımcılar için gittikçe artan bir ivme ile ortak bir ihtiyaca dönüşüyor ve temsiliyetçi bütünselliğin yeni formu haline geliyor gibi gözüküyor. Bu anlamda ekolojik mimarlığı tasarımsal özgürlüğe karşı yeni bir bağlayıcı kavramsallık tehdidi olarak görüyor musunuz?
Esasen tasarımda özgürlüğe meraklı değilim. Kanımca mimarlığın, özellikle 1980'lerde ve 90'larda, en büyük problemlerinden biri de buydu: Tasarımda özgürlük! İsim vermeyeceğim, gerçi hepimiz biliyoruz ama, "Sarhoşken yaptığım bu küçük eskizi bir binaya çevirmek istedim" diyen mimarlar var. Bir resmin kölesi olmak şeklindeki böylesi bir özgürlük beni hiç ama hiç ilgilendirmiyor. Bu elbette bir tasarım yaklaşımı, ama ben süreçten yanayım. Şayet hiçbir kısıtlama, hiçbir limit ve şart olmazsa nasıl yapı tasarlanır, hiç bilemiyorum. Ekoloji size, bu anlamda, ve dikkat çekici bir mimarlık potansiyeli yaratmakta faydalı olan veriler sağlıyor.
Ekolojinin felsefi veya kuramsal bir model olarak algılanışını mimarlık üzerinden düşünecek olursak, bu iddia muhtemelen doğru. İlk soruya cevap verirken belirtmek istediğim fakat atladığım bir şeyi bu noktada söylemem anlamlı olacaktır. Pratiğimizin en başında, ekolojiye karşı belli bir ilgimiz aslında vardı. Fakat ekolojiyi algılayışımız, bugün sözünü ettiğimiz şekilde gelişmemişti; maddelerin süreç içindeki transformasyonu ile farklı dirençler ve kuvvetlerle bir araya gelişi şeklinde bir ekoloji yaklaşımıydı bu. Mimarlığın geleneksel anlamdaki imgesi, nerdeyse bir mineral gibidir, nesnelerin yaşamsallığından bahsedilmez. Yapılar her daim eylemsiz objeler olarak görülmüşlerdir. Oysa bugün yaşam olarak, bir süreç olarak ele alınan, zamanla devinen ve farklı verilere, etkilere cevap veren bir mimarlıktan söz ediyoruz. Bence mimarlık için canlıların dünyası, taşlardan, nesnelerden ve minerallerden oluşan dünyadan çok daha doğru bir tahayyül. Ne var ki, dünyayı anlamlandırmaya, çevremizde sürekli evrilen, değişen şeyleri bir modele oturtmaya çalışıyoruz. Örneğin dinler, bu değişimleri çok daha yavaş algılamamızı sağlarlar. Mimarlığın uğraşı alanı da, eylemsizlikten deneyime doğru evriliyor. Ekolojinin de böylesi bir dünyayı anlamlandırma ihtiyacından doğduğu rahatlıkla söylenebilir. Böylesi bir kavramsallık, ekolojinin, özellikle mimarlık alanında, bir referans modeli olarak gittikçe daha fazla önem kazanmasının nedenlerinden biri olarak görülebilir.
Mimarlıkta ekolojiyle çok daha verimli bir şekilde çalışan isimlerin çoğunun ‘Doğu' ülkelerinden geldiğini görüyoruz: Ken Yeang, Shigeru Ban bunlardan yalnızca birkaçı. Aynı zamanda kıta Asya'sında çok daha fazla sayıda sürdürülebilir mimarlık örneği verildiğini görüyoruz. Ortağınızın da ‘Doğu' menşeli bir mimar olmasından yola çıkarak sormak istiyorum: Sürdürülebilir mimarlık doğulu ülkeler için çok daha popüler bir mimarlık yaklaşımı sayılabilir mi?
Doğu kültürleri, özellikle de Uzak Doğu, geleneksel anlamda insan yaşamıyla doğal yaşamın entegrasyonuna çok daha yakın kültürler. Hindistan'da, Çin'deki çoğu ritüelden, yapıları doğanın metafizik etkilerini dikkate alarak konumlayamaya kadar çoğu örnekle karşılaşıyoruz. Batı kültürlerinde, bir anlamda, insan yapımı nesnelerin doğaya karşı aldığı pozisyon çok daha kuvvetli. Dolayısıyla Batı kültürleri geleneksel anlamda doğayla çok daha az ilişki kurmuş. Böylesi bir akıl yürütme, söylediğiniz şeyi destekleyebilir. Yalnızca, bunun gerçekten de doğru bir iddia olduğundan emin değilim. Bu noktada Avrupa ve Asya'nın inşaat potansiyellerini karşılaştırdığımızda, Asya'nın yapı stoğunun gittikçe batılılaşan bir doğa anlayışıyla üretildiğini görüyoruz. Bu belki de Avrupa'nın tüm inşai faaliyetlerinin toplamının Çin'dekine eşit olmasından ve burada çok yoğun bir yapılaşma gözlemlediğimizden böyledir.
Dolayısıyla Malezya veya Kore gibi çok daha küçük ülkelere bir bakmak gerektiğini düşünüyorum. Birbiri ardına yükselen konut bloklarının tekrar gündeme getirdiği ‘doğalın arayışı'nın, gökdelenlerin yaşam stiline sızdığını görmek çok ilginç. Ama kökenini Batı'da gördüğümüz, yüksek bir binada, bir kulede yaşama fikri, tamamen ekolojinin vaaz ettiğinin tersi demek oluyor. Buralarda mekanik havalandırma, klimatizasyon, tesisat sistemleri, asansörler vb. sistemlerle sürülen yaşamın konsepti, zaten tamamen yapay bir çevrede yaşamak! Yani, Amerika'da türemiş olan bu yapı tipolojisi, üst sınırda bir yapaylık üzerine kurulu. Ve sonrasında bu kulelere Malezya'da ne olduğunu görmek gerçekten çok ilginç. Yatırımcı, yalnızca daha sürdürülebilir bir bina yaptırabilmek için, tuvalet tesisatlarını cepheye koyduruyor. Bu şu demek: Zaten bir yapının maliyeti en yüksek yeri olan cephesini daha iyi detaylandırmak ve bunu gizlemek zorundasınız. Örneğin Kore'de, aynı gökdelen içinde, güneye bakan daireler, kuzeye bakanların iki katı fiyata satılıyor. Bu da, yapının kare planlı olması ile daire planlı olması arasında, fizibilite ve işletme karı açısından müthiş bir fark demek. Buralarda yüksek yapılarda yaşama modelleri kurulduğunu söyleyebiliriz.
"Ekolojik tasarım yaklaşımının önemini yeni kavrıyor, onu kullanmayı öğreniyor ve bunun baskısını hissediyoruz."
Sürdürülebilirliğin, projenin tasarım sürecinin en başından beri aklınızda olan temel bir tasarım kriteri olmadığını söylediniz. Bu kavramı işin içine nasıl dahil ediyorsunuz? Projenin şekillendirilişinde ekolojinin entegrasyonu nasıl gerçekleşiyor?
Ekolojik tasarım olgusu bizim için çok yeni. Diyebilirim ki, belki son bir kaç senedir böyle bir tasarım yaklaşımının önemini kavrıyor ve bunun baskısını hissediyoruz. Bu süreçte kavramla yavaş yavaş tanışıyoruz ve onu kullanmayı öğreniyoruz. "Şunu şunu yaparsak bu bina daha enerji tasarruflu olur" şeklindeki akıl yürütmeler de, projenin tasarımında beslendiğimiz veriler halini alıyor. Son dönemde gerçekleştirdiğimiz bir kaç projeyi de aynı şekilde yürüttük. Var olan, mal sahibinden, iştirakçilerden ve yerel yönetimlerden gelen bir takım ‘sürdürülebilirlik kısıtları'nı projenin en başında, temel bir veri olarak kabul ettik. Fakat bu anlamda da, mecrada konuşulan tüm sürdürülebilirlik kriterlerini bir arada, aynı önemle ele alamayacağımızı biliyoruz. Öte yandan, tasarımcı olarak son ürüne müdahalemizin, o ürünün kullanım evrimine kıyasla daha az dikkate alınır hale geleceğinin bilincindeyiz. Ve bir sonraki adımda bizden istenenler ile bizim sağlayabileceklerimizi yan yana koyarak oyunun yeni kurallarını belirliyoruz. Tüm kurallar, elbette, yapının gelecekte de enerji tasarruflu olmasını sağlamak üzerine inşa ediliyor.
Bu sözünü ettiğiniz süreç işleyişini Meydan üzerinden açıklayabilir misiniz?
Sanırım en etkili neden, müşterinin sürdürülebilirliğe olan ilgisiydi. Proje, bir araya getirmeye çalıştığı tasarımsal komponentler açısından zaten oldukça farklıydı. Ve üzerine Alman bir şirketin kabulleri geldi. Alman olması şu açıdan önemliydi: Almanya, çok sayıda ekolojik binanın tasarlandığı, bu yönde son derece sıkı kuralların getirildiği bir ülke. Bunun ötesinde, belki de Avrupa'nın yapı teknolojisinde en gelişmiş ülkesi. Dolayısıyla böyle bir ülkeden çıkmış bir şirketin Türkiye'ye gelerek FOA'dan proje istemesi müthiş bir çeşitlilik yarattı. Ve hedef başından belirliydi; istenen bir Ikea daha değildi. Elbette para kazanmak istiyorlardı, fakat tek hırsları bu değildi; tamamen farklı ve yeni bir mimarlık peşindeydiler.
Bizim ise Meydan'a yaklaşımımız, toprağın bir yerinden birmiş bir binayla karşılaşmaktan ziyade, topoğrafyaya yeniden anlam kazandırmak üzerineydi. Yeryüzü şekilleri ve toprağın altından beliriveren mekanlarla uğraşırken ise yeşil çatı fikri oluştu. İşte ekolojik mimarlığın devreye girdiği nokta da buydu. Yeşil çatılar, yalnızca enerji korunumu açısından değil, bizim konseptimizle örtüşebilecek yaya parkları oluşturmak açısından da anlamlıydı. Sonrasında, ihtimal üzerinde durmuş olsak da, tüm yapıların bitki örtülü çatılarını üzerinde yürünebilir hale getirmenin yüklü maliyeti, bizi bu fikirden caydırdı. Fakat yeşil çatılar, müşterinin de hemen benimsediği bir fikir oldu. Projenin diğer bir özelliği olan doğal malzeme kullanımı ise, seramik ve tuğla görmek istememizle ortaya çıktı. İstanbul'un kırmızıya çalan killi toprağı bu anlamda bize ilham verdi; topraktan çıkan binalar yapıyorsak, onların cephelerinde de toprağı görelim istedik. Birdenbire bu konsept de sürdürülebilirlik ile örtüştü, çünkü biliyorsunuz, seramik hem doğal, hem de nem iletimini engellemeyerek yapıların ısı korunumuna katkı sağladığı için ekolojik bir malzeme. Sonuç olarak bir taraftan bizim önerdiklerimiz, diğer taraftan ise müşterinin istekleri ve önerileriyle yapının ekolojik anlamda optimize edilmesi sağlandı.
İspanya'da geçtiğimiz yıl gerçekleştirdiğiniz bir proje var: Carabanchel Toplu Konutları. Sürdürülebilirlik anlamında yine denemeler yaptığınız bu projeden de biraz söz edebilir misiniz?
Carabanchel, Madrid'de bir sosyal konut projesiydi. Madrid'de gerçek bir konut sıkıntısı var ve bu eksik en hızlı yöntemlerle telafi edilmeye çalışılıyor. Bizden ise, Madrid yerel yönetimi tarafından komisyon yoluyla bir proje üretmemiz istendi. Temel olarak yapmak istediğimiz, alternatif bir şema üretmek ve sosyal konutların hemen hepsinde hakim olan kapalılığı kıracak dışa açık binalar tasarlamaktı. Dolayısıyla, belki yalnızca tamamen sembolik olarak, tüm ünitelerin kendilerine ait bir bahçesi olabilir mi diye düşündük. Yapının konumlandığı arazinin bir tarafında bir park, diğer tarafında ise özel mülk mevcuttu. Durum böyle olunca, tüm konut ünitelerini her iki parka da yönlendirdik. Bu, ünitelerin içine kapalılığını kırmak için olduğu kadar, ünitelerin parklarla olan çoktan seçmeli ilişkisini kurmak açısından da önemliydi. İki cepheli hale gelen birimler, beraberinde İspanya'nın güçlü güneşinden kaynaklanan sorunlar getirdi. Bu şemayı çalışır hale getirmek için, güneşi engelleyen bir çözüm geliştirmeliydik. Bu noktada ısısal tampon yaratmak için bir güneş kırıcı oluşturma fikri ortaya çıktı. Bu güneş kırıcılar da doğal bir malzemeden imal edilmeliydi; böylece ahşap kullanmaya karar verdik. Tasarım, bu gibi fiziksel ve çevresel etmenlerin şekillendirdiği bir ürün haline geldi.