"İstanbul'a dair en sevdiğim şey, mükemmel olmaması!"

17 Şubat 2009



1964 Avusturya doğumlu olan Brigitte Weber, 1994 yılında Viyana Teknik Üniversitesi mimarlık bölümünü yüksek mimar olarak tamamladı. Avusturya'da çeşitli mimarlık bürolarında çalışmalarını devam ettiren Weber, 1995 yılında Viyana'da çalışırken ortağı Arif Suyabatmaz'ın teklifi üzerine İstanbul'a geldi. 2005 yılında İstanbul'da kendi adını taşıyan ofisi kuran Weber, bugüne kadar 105 mimari ve iç mimari projeye imza attı.

Brigitte Weber'in şu an üzerinde çalıştığı projeler arasında Soyak Holding Binası tadilat projesi, İş GayriMenkul Yatırım Ortaklığı için Altunizade Çarşı ve Konut Projesi, Trump Towers gibi projeler var. Ülkemizde Mimarlar Odası'na kayıtlı olarak çalışan iki yabancı mimardan biri, Weber ile yabancı bir mimarın Türkiye'de "var olması"nın ve hatta yarışı eşit şartlarda götürebilmesinin kural ve inceliklerini konuştuk. Bir de "Nasıl olur da insan dönmek istemez?"i...

Bildiğim kadarıyla Kanyon Alışveriş Merkezi projesinde yer alan mimarlardan birisiniz. Peki kaç yıldan beri Türkiye'de yaşıyorsunuz?

On dört senedir buradayım. Bu yıl on beş oluyor. (gülüyor)

Peki İstanbul'a gelme serüveninizi bize anlatabilir misiniz?

Lisans eğitimimi TU Wien'de bitirdim. Sonrasında bir arkadaşım vasıtası ile bir büroda çalışmaya başladım. Onunla birlikte çalışırken kendi büromuzu açmamız gerektiğine karar verdik. Bu elbette Avusturya'da çok zor. O dönemde öncelikle beş sene bir büroda çalışmak, staj yapmak zorundaydınız. Tabii buradaki gibi bir staj değildi söz konusu olan; profesyonel bir çalışmadan bahsediyorum. Sonrasında Sivil Mühendislik sınavına giriyordunuz. O da başarı gerektiren zorlayıcı bir durumdu. Dolayısıyla süreç çok uzundu. Biz ise çok genç ve enerjiktik. Her halükarda bunu başarmak istiyorduk. Arkadaşım bir Türk olduğu için [Arif Suyabatmaz'dan söz ediyor] bana "Bu böyle olmayacak. Türkiye'ye gidelim. Benim orada büro açma hakkım var" önerisi ile geldi. Zaten mimarlık eğitimini Türkiye'de görmüş ve Avusturya'da sekiz sene boyunca çalışmıştı. O zamanlarda macera düşkünü olduğum için "Neden olmasın?" deyiverdim. Sonuç olarak Türkiye'ye geldik ve bir süre nasıl olacağını, yürüyüp yürümeyeceğini anlamak için çalıştık. Son üç senedir de kendi büroma sahibim. Türkiye'de kendi ismim altında bir pratik yürütme hakkına sahibim.

Peki İstanbul'a gelmeden önce bu şehir hakkında bir fikre sahip miydiniz?

Ancak tüm diğer Avrupalılar kadar... İstanbul'un mimari açıdan çok kültürel bir şehir olduğunu biliyordum. Üniversitedeki "Yapı Sanatı" dersimize giren yaşlı profesörümüz de İstanbul'da araştırmalar yapmış birisiydi ve bu bilgileri bize aktarırdı. Hatta Ayasofya gibi yapıların tarihçelerini ve plan, kesitlerini ezberlettirirdi. Yani belli bir alakaya sahiptim ama pek de iyi kurulmuş bir şey değildi bu. Söylediğim gibi bunlar ezberdi. (gülüyor)

Öyleyse İstanbul'a gelişiniz sonrasındaki izlenimleriniz neler oldu?

Bu tabii biraz özel bir konu. Şu kadarını söyleyebilirim ki sürekli yağmur ve kar yağıyordu; soğuktu; hala kömür kullanıldığı için havası berbattı ve her şey inanılmaz itici gözüküyordu. Etraf gri olduğu gibi Boğaz da gri bir çorbaydı. Çevremizde ise muhteşem insanlar vardı ve hepsi Almanca konuşabiliyorlardı. Aslında ilk gelişimde bulunduğum on gün içinde pek çok şey kolaylıkla gelişti. Yine de "Ben burada kalamam. Burası benim şehrim değil" diyerek geri dönmüştüm. Son anda beni ikna ettiler ve ikinci gelişimde beni havalimanından doğrudan adalara götürdüler. Arkadaşımın ailesinin orada bir evi vardı. Ve ben "Neler oluyor? Tüm bu gri hikayeye nereye kayboldu" diye düşündüm. Sonuç olarak kalmaya karar verdim. Elbette her şeyi kurgulayana ve organize edene kadar bir süre gelip gittim. Son gelişimde de kaldım.



Peki Avusturya'ya dönmeyi bu süreçte hiç aklınızdan geçirmediniz mi?

Hayır. Asla. Bir saniye bile...

Bir saniye bile mi?

Hayır.

Peki, bu şehirle ilgili sizin için bu denli vazgeçilmez, mükemmel olan şey neydi?

Mükemmel olmaması! İnsan burada "mükemmel olmayan" o kadar fazla şey ile uğraşıp duruyor ki, insanın bunların –örneğin Avusturya'da çok daha kolay bir hayatı olabileceğinin, üzerine düşünecek vakti bile kalmıyor. İnsan bir işle uğraştığı an öyle fazla problemle cebelleşiyor ki, problemsiz bir hayat sürebileceği aklına bile gelmiyor. Böylece 15 sene geçiveriyor... (gülüyor)

Eminim Avusturya'da hala mimarlıkla uğraşan arkadaşlarınız mevcut... Onların meslek hayatlarına yönelik anlattıkları, size "Kalsaydım nasıl olurdu?" diye düşündüren şeyler var mı?

Biz karşılıklı olarak birbirimiz kıskanıyoruz. Onlar beni kıskanıyorlar, çünkü burada çok farklı olanaklarımız var. Çok daha esneğiz. Her şeye daha hızlı kara veriliyor; her şey çok daha dinamik ve işler daha ilginç. Örneğin şimdi bir "Trump Tower" projelendiriyoruz. Avrupa'nın hiçbir yerinde böyle bir yapı yok ve biz ilkini gerçekleştiriyoruz. Arkadaşlarım da "İstanbul'da bir yerlerdesin ve böyle bir iş alıyorsun. Bu inanılmaz!" diyorlar. Veya ünlü yabancı mimarlarla çalışma şansımızın olmasına gıpta ediyorlar. Mesela David Chipperfield... Türkiye yeni gelişen bir coğrafya olduğu için, burada çok sayıda uluslararası akım bir araya geliyor. Avusturya ise çok daha sıkı bir yer: Her şey kendi içinde kapalı ve her şeyden yeteri kadar var. Dolayısıyla kendine yetmiş, kendiyle uğraşacak çok şeyi olmuş bir kültür... Biz ise dışarıya yüzümüzü dönmüş vaziyetteyiz. Amerika'dan, İngiltere ve Almanya'dan uluslararası firmalarla çalışıyoruz çünkü Türkiye'de bundan hala çok az var. Gittikçe artıyor olsa da... Avusturya'da ise tüm firmaların şubeleri, temsilcileri mevcut. Bu nedenle de çok uluslararası çalışmıyorlar; böylesi onlar için elbette çok daha kolay ve verimli. Bizim için ise dünyanın dörtte üçü ile çalışabilmek zorlu, ama avantajlı.


Tago Mimarlık'tan Tatsuya Yamamoto
Superpool'dan Gregers Tang Thomsen
Şanal Mimarlık'tan Alexis Şanal
Mimarlar Odası'nın "Tescilli" Mimarı Brigitte Weber
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :