60'lardan Bir Bossa Nova Açtım ve Niemeyer'e Sordum...

Murat ŞAHİN / 14 Ocak 2013

Daha 40'ı çıkmadan, haddim olmayarak Niemeyer'le bir söyleşi de ben yapmak istedim. Öncekiler kadar yerinde, zamanında, canlı ve ustaca bir diyalog olamayacağının farkındaydım. Yine de denemekten vazgeçmedim. 60'lardan bir Bossa Nova açtım, kısık ve dingin. Başladım sormaya...


  foto: AFP

2012'nin sonlarına doğru kaybettiğimiz mimar Oscar Niemeyer'in, dünyanın dehayı tek tek bireylerde aradığı dönemde, çağa dev ürünlerle damgasını vuran öncü mimarlardan biri olduğunu bilmeyen yoktur. Mimarinin Pele'si (malum ikisi de kavis ustası), bir asırdan fazla süren ömrü süresince, özellikle ulusal ölçekte yaptığı yapılarla evrensel ölçekte ses getirmiştir. "Tropik modern" olarak da adlandırılan özgün yapılarının Latin Amerika ruhunun modernizmle kaynaşmasında oynadığı rol tartışılmaz. Betonu kutuların dışına taşırken temel motivasyonu neydi acaba? Uzun yaşamını büyük bir verimlilikle geçirmiş, bölgesel özellikleri ve zamanının iklimini düşlerinde buluşturmayı başarmıştı. Yerel peyzaj ve mimari öğeler kullanan bir bölgeselci miydi, yoksa düşlerine yoğunlaşmış bir ekspresyonist mi?

Niemeyer deyince aklıma Brezilya'nın zorlama başkenti Brasilia gelir. Onun karşılaştığım ilk eseri. Daha doğrusu ben öyle zannediyordum. Bütüncül formlar, kurallı aksiyel birliktelik içinde görkemli/resmi duruşlarıyla beni yanlarına yaklaştırmamışlardı. Çok uzun zaman Niemeyer, hızlı geçtiğim sayfalarda kalan mesafeli bir isim olmuştu. Hatta öyle ki, sevdiğim bir yapı olan, New York'taki Dünya Fuarı için tasarladığı Brezilya Pavyonu 'nu uzun süre ona mal edememiştim.

                                       New York Dünya Fuarı, Brezilya Pavyonu, 1939

Yapı, anonim cephesiyle Edward Durell Stone'u, pilotileriyle Le Corbusier'i çağrıştırıyordu ama Niemeyer'i asla. Çünkü benim için Niemeyer otoriter Brasilia idi. Önyargıma göre o, önce "form" ve "anıtsallık" diyen bir mimardı. İkiz kuleler gibi, birbirine paralel iki koca dikdörtgenler prizması düşey kolon, altlarında da bir yatay kolon, üstünde iki dev çanak, biri gökyüzüne yönelmiş, daha küçük olan diğeri ise ters dönmüş. Önünde devasa meydan, daha ziyade sert zeminli bir boşluk. Niemeyer'in eseri, boşluktaki sessiz duruştu . İnsansız, daha ziyade yaşayanlar için değil, göçmüşler için yapılmışcasına ıssız, yaşamak için değil, sadece gurura ve göze hitap eden heykelsi bir eser...

Daha sonra Niteroi'de bir burunda yaptığı, "bilim-kurgu filmlerini andıran" ya da "Bond filmlerinden fırlamış gibi" duran Çağdaş Sanatlar Müzesi ve edindiğim derinlemesine bilgi, Niemeyer gerçeğine yakınlaşmamı sağladı.

Doğan Hasol, Oscar Niemeyer ile biri Kasım 1988'de ve diğeri ise Ekim 1990'da  iki söyleşi yaptı. Bu söyleşiler, YAPI Dergisi'nin 86 ve 110 no'lu sayılarında yer aldı. John Peter  da 34 yıl arayla (1955 ve 1989'da) Niemeyer'le yaptığı  iki röportajı, "The Oral History of Modern Architecture" (Modern Mimarlığın Sözlü Tarihi, 1994) kitabında yayımladı. 

Daha 40'ı çıkmadan, haddim olmayarak Niemeyer'le bir söyleşi de ben yapmak istedim. Öncekiler kadar yerinde, zamanında, canlı ve ustaca bir diyalog olamayacağının farkındaydım. Yine de denemekten vazgeçmedim. Bazen önceki söyleşilerde sorulan soruları aynen sordum bazen de Niemeyer'in söylediklerinden sorular ürettim. Söylediklerini okudum, dinledim. Bir Bossa Nova açtım 60'lardan, kısık ve dingin. Başladım sormaya...

İşte kolaj-montaj röportaj; doğası gereği, ne selam var, ne hoşçakal...


Mimari felsefenizi özetleyebilir misiniz?

Tam anlamıyla sanatsal/heykelsi özgürlükten yanayım. Özgürlük derken, işlevselciliğin ilkelerinin gerisinde kalan bir özgürlükten ziyade, insan yaratıcılığı ile sürprizler ve duygusallığı ortaya çıkarma gücü olan, yeni ve güzele, yani  imgeleme dayanan bir özgürlükten söz ediyorum. Bakış açısı sağlayan bir özgürlük. Tabi ki bu özgürlük gelişi güzel kullanılamaz. Örneğin Avrupa'da mimarlığın tamamen kısıtlanmasından yanayım. Bütüne uymayan çözümlerden kaçınarak bütünün uyum ve birliğini korumalıyız bence... Projelerimi asla kompozisyonel işlevselciliğe dayandırmam, strüktürel bir sistem içinde, mümkünse akılcı, çeşitli ve yeni çözümler ararım.

Her mimarın mesleki yolculuğunda fikirleri/projeleri/yapıları çeşitli değişimler gösterir. Siz kendinizdeki değişimi nasıl yorumluyorsunuz? Çalışmalarınızı safhalarına ayırmak istesek, sizce kaça ayırabiliriz? Ya da yaptıklarınız safhalara ayrılabilecek kadar benzerlik/farklılık gösteriyor mu diye sorayım... 

Brezilya'dan ayrılmak durumunda kaldığım zaman, mimarlık hayatımı iki temel safha içinde görüyordum. Birincisi, Pampulha (1940-1964), ikincisi  ise Pampulha'dan Brasilia'ya kadar (1956-64) olan dönemdir. Pampulha, dik açılara karşıydı. Orada, betonarme size sürekli kıvrımı önerirken, dik açılardan söz etmenin delilikten başka bir şey olmadığını anladım. Bu nedenle de Brezilya ikliminin gerektirdiği gibi, daha serbest, özgür ve şeffaf bir mimari yaratmaya çalışarak, kiliseyi eğri hatlardan oluşturdum. Le Corbusier de yaptığımı beğenmiş olacak ki bir gün bana; "Oscar, gözlerinde hep Rio'nun dağları var" dedi.


  Pampulha'daki kilise, foto: Carlos Alberto

İkinci safhada, mimarlığın amacıyla ilgilenmeye başladım. Mimarlığın farklı bir şey olması gerektiğini anladım. Brasilia'ya gittiğinizde -seversiniz sevmezsiniz o ayrı- daha önce benzer bir kent gördüğünüzü söyleyemezsiniz. Bu dönemde sürprizler yaratacak yeni çözümler aradım. Baudelaire'in bir kitabında: "Bu ne sürpriz! Çeşitlilik ve keşif güzelin temel özelliğidir" yazar. Bizim için de esas olan bu olgudur. 

Rasyonalistler, ürettiğim serbest biçimlerin gereksiz olduğunu yüksek sesle ifşa ettiklerinde dehşete kapılmıştım. Günün birinde, birbirlerini kopyalamaktan bıkıp farklı bir mimarlığa öncülük edeceklerini düşünüyordum ve haklı da çıktım. Şimdi o yaptıkları birer birer ölüyor.

Bugün ise, mimarlık kariyerimi beş farklı döneme ayırabilirim: İlk dönem Pampulha'da yaptığım çalışmalar; Pampulha ile Brasilia arasındaki dönem; Brasilia'da tasarladıklarım; yurtdışındaki projelerim ve son olarak günümüze kadarki çalışmalar...

Bir mimar olarak, mimarlık dünyasına etkisi olan hiçbir çalışma veya mimarlık stili hakkında görüş belirtmedim. Bugün, geçmişe ve tasarladığım eserlere dönüp baktığımda bunun nedenini daha iyi anlıyorum. Beş dönemin ortak özelliği, hiç şüphesiz, bünyelerinde barındırdıkları isyankârlıktır.


İlişkili Haberler
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :