Uluslararası İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer, bienaller kapsamında sanatsal etkinliklerin kent ile kurduğu ilişki ve kentin kullanıcısı için oluşturduğu potansiyeller üzerine yönelttiğimiz soruları cevapladı.
Bienal gibi sanatsal etkinliklerin, kentlerin hem sosyolojik hem de ekonomik döngüsüne katkıları yadsınamaz. Geri dönüşü olan veya olmayan bu etkileri, kentsel mekân bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir bienal, kentsel mekanı yalnızca fiziksel olarak mı dönüştürür?
Bienalin izleyicisiyle buluştuğu kentsel mekân, bu buluşmadan birçok açıdan etkilenir. Mekânın, bienal kapsamında sanatsal ve/veya mimari müdahaleler yoluyla yeniden şekillendirilmesi, farklı anlamlara bürünürken geçirdiği dönüşüm öncelikle fizikseldir. Bu dönüşümün etkileri kente yeni çekim merkezleri kazandırdığı, beraberinde sakinlerinin mekân algısını dönüştürdüğü ölçüde uzun süreli olacaktır. Bu şekilde, Bienalin mekânla etkileşimi etkinlik tarihleriyle sınırlı kalmayarak toplumsal bir etki yaratacaktır. İstanbul Bienali'nin kentin ekonomik döngüsüne de katkısı mutlaktır. Örneğin İMÇ'nin sergi mekânı olarak kullanılmasının çarşıda bir canlanma yarattığını söylemek mümkün. 1950 – 1960'lı yıllara ait en önemli mimari örneklerden biri olan İMÇ'nin yıkılıp yeniden projelendirilmesi tartışmaları sürerken İMÇ'nin sergi alanı olarak kullanılması yapının özgün mimarisini bozmadan nasıl farklı işlevler için kullanılabileceğinin de bir örneği oldu. 9. Uluslararası İstanbul Bienali'nin sergi mekânlarından biri olarak kullanılan Tütün Deposu'nun kalıcı sergi alanına dönüştürülmesi de Bienalin kente kazandırdığı çok boyutlu katkılara bir örnek olarak gösterilebilir.
Bienal gibi çok katmanlı bir tasarım etkinliği planlanırken kent nasıl ele alınıyor? Kentin kullanımı ve kamusal mekân ile kurulan ilişkide hangi kriterler ve/veya ön kabuller etkili oluyor?
Bienal ve kent arasındaki ilişki tek taraflı düşünülemez. Nasıl ki bienal kentsel mekânı sanatsal müdahaleler yoluyla fiziksel, toplumsal, ekonomik olarak dönüştürme gücüne sahipse, kent de olanakları ve kısıtlamalarıyla bienali biçiminden içeriğine kadar etkileme gücüne sahiptir. Her serginin farklı bir kavramsal çerçeveyle oluşturulduğu düşünülürse her küratörün ve gerçekleştirilen her serginin kentle farklı bir ilişkiye girdiği söylenebilir. Ayrıca kamusal mekânın sergileme ve sunum alanı olarak kullanılması ve kamusal mekânın izleyiciyle oluşturduğu interaktif ilişkilenme biçimi de yine küratörün kentle girmek istediği ilişkinin ipuçlarını taşır. Sergiye ev sahipliği yapan binaların seçimi, tarihi, ekonomik ve sosyal bağlamları dikkate alındığında hâlihazırda anlam yüklüdür. İstanbul gibi kültürel mekân altyapısının, şehrin boyutlarıyla karşılaştırıldığında çok yetersiz olduğu bir şehirde alternatif mekânların zekice kullanımının mümkün olabileceğini İstanbul Bienali sayesinde deneyimlemiş oluyoruz.
Bienallerin kente yayılmasında yalnızca çok sayıda mekân kullanımı değil, aynı zamanda kamusal mekâna yapılan geçici ekler de göze çarpıyor. Hatta kimi zaman bu ekler kalıcı olabiliyor (Yarı-kamusal bir alan olarak yeniden ele alındığı için İstanbul Modern'deki ‘Cehenneme Merdiven' işi düşünülebilir). Bienal/sanatsal etkinliklerin kentsel hatıraya bir ‘iş' vasıtasıyla uzun vadeli olarak eklemlenmesi, ne gibi talep ve/veya kararlar sonucunda gerçekleşiyor?
Her bienal kentte bir iz bırakıyor. Bu iz, Monica Bonvicini'nin 2003 yılında 8. Uluslararası İstanbul Bienali çerçevesinde gerçekleştirdiği "Cehenneme Merdiven" gibi ilk halini koruyan bir iş kadar somut olabileceği gibi, bienalin kentsel mekâna dair algıda, mekânın kullanımında yarattığı uzun vadeli farklılık da olabilir. Kamusal alanda gerçekleştirilen kimi işlerin daha uzun vadeli olarak sergilenmesi çoğu durumda tercih edilebilir ama bu durumda bu işin sürekliliğini sağlayacak bir merciinin bu işe sahip çıkması da çok önemli. İşin çok karmaşık olmasa bile genel teknik özelliklerinden ve gerekliliklerinden sorumlu bir kişinin olması çoğu durumda gereklidir. 8. Uluslararası İstanbul Bienali'nin en çok konuşulan işlerinden biri olan Doris Salcedo'nun Karaköy'de gerçekleştirdiği mekâna özgü kamusal alan projesi, sandalyelerin yanma riskinden ötürü yerel yönetim tarafından sahip çıkılmamıştı ve bu nedenle sürekliliği sağlanamamıştı. Bu tür işlerin gerçekleştirilmesi için harcanan emek ve kaynak düşünüldüğünde ve bu eserlerin şehrin kültürel hafızasına bırakacağı birikim göze alındığında kalıcılıkla ilgili daha yapılacak çok şey olduğunu görüyoruz. Gabriel Orozco'nun kent mobilyalarına gönderme olarak yaptığı iş ise yerleştirildiği cadde kenarlarında yıllardır sessiz sedasız duruyor; gözü çarpan kent sakinlerini hayrete düşürmeye devam ediyor.