"Ankara ve İzmir'i de denedim ama İstanbul özlemimdi"

03 Şubat 2011

Cengiz Bey, ofisinizi tamamen İstanbul'a taşımadan önce Ankara ve İzmir deneyimleriniz oluyor. İstanbul değerlendirmenize giriş oluşturması babında, yola neden Ankara'dan başladığınızı öğrenebilir miyiz?

İstanbul'da 15 yılda yapabileceğim işi, matematiksel olarak düşündüğümde Ankara'da 10 yılda yapabileceğimi saptadım. Bu 15 yılı dolu dolu geçirebilsem sorun yoktu ama, yapılan iş bir olmasına rağmen, trafik vb nedenlerden dolayı bu süre İstanbul'da daha az verimli geçecekti. Bu iyi bilinmesi gereken bir durum. Bir de Ankara'da hem yönetimsel hem de aydınlanma açısından Anadolu'nun yüreğindeydim.

Zaten Ankara'ya gidişiniz de böyle aydın bir çevrenin, ODTÜ'nün davetiyle olmuştu...

O da çok önemli bir konu. "Günün birinde Türkiye'ye döneceğim, cebimde param olsun" diye birikimde bulunmak gibi derdim yoktu. Türkiye'ye plaklarım ve kitaplarımla döndüm. Burada çalıştığımda param olacaktı. İki ay İzmir'de, iki ay da Ankara'da kaldım. İstanbul'u zaten bildiğimi sanıyordum, ama yine de burada da bir süre geçirdim.

İzmir'de başka bir sosyal çevre vardı. Bunu söyleyince kimileri kızıyor ama, daha iyi yaşamağa dönük başka bir çevre oradaki (gülüyor)… Ege'nin tarım alanında zenginleşmiş insanları gelip İzmir'de yaşıyorlardı.

İstanbul köklü bir kültür kenti ama onun da çok temel sorunları vardı. Ankara'da ise belli bir heyecan olmalı diye düşünüyordum. Birisi usunuza düştüğünde, beş on dakika sonra onunla karşılaşabilirdiniz. Belli çevreleri vardı. ODTÜ'de de iyi eğilimler vardı. Kısacası hemen etkin bir çevreye girebiliyordunuz.

Oysa İstanbul büyüdüğüm yer. Her türlü anım var burada. Sevdiğim insanlar buradaydı ama ben İstanbul'a geldiğimde bir araya geliyorlardı neredeyse, yoksa görüşemiyorlardı. Çünkü Kadıköy'de oturan birinin Bakırköy'de oturan biriyle buluşması büyük bir sorundu. Şimdi ise bu iyice belirginleşti.

Şu anda iletişimin büyük bir bölümü internet üzerinden yürütülüyor.

İşte o gerçek kültür değil, sanal kültür. Bir yanda okuyarak elde ettiğiniz kültür var, bir yanda da dokunarak elde ettiğiniz kültür. Bence gerçek kültür, okuyarak elde edilen sanal kültür değil.

Atölyenizin çalışma saatlerini referans alarak, diğer pek çok meslektaşınıza göre gezip görmeye daha çok önem verdiğinizi söyleyebilir miyiz?

Evet, örneğin bugün cumartesi ama işlikte kimse yok. Ankara'da işliğimi ilk açtığımda da cumartesileri çalışmayalım" demiştim. Cumartesi- pazarları çalışmamakla, benimle çalışan arkadaşlarıma bir olanak sunduğumu sanıyorum. Böylece gezip görmeğe süre ayırabileceklerdi.

Almanya'dayken de böyle yaşadım. Cumadan yola çıkıyordum, akşamı Dinkelsbühl'de geçiriyor, ertesi gün de kiliseye gidip müzik dinliyordum. Bu, Almanlar için ayinse, benim için de bir müzik dinletisi idi. Başka türlü Bach'ı nasıl canlı dinleyebilirdim? Bach korosundaki bir arkadaşımın yardımıyla her yere girip çıkabiliyordum. Bu da ancak hafta sonu iki gün çalışmamakla olanaklıydı. Sonuçta adım gezgine çıktı. Oysa, işlikle birlikte kültürel altyapımı da sağlam bir yere oturtmak için uğraştım.

Bunu tek başıma yapsam ne yararı olacak? O nedenle de bunun birlikte geliştirilmesi gereken bir altyapı olduğunu hep vurguladım. Bu alışkanlığı edindikten sonra kimileri bunu kendi iş yerlerinde de sürdürdüler.

Ankara'yı da bu nedenle seçmiştim. Münih'teyken, vermeyi planladığım her türlü dersi hazırlamıştım. X dersini Konya'da Alaeddin Tepesi'nde, Y dersini Sivas'ta Buruciye Medresesi'nde yapacak, sonra Yozgat'a gidip Z dersini anlatacaktım. Geldim ki buna hiçbir olanak yok. "Öğrencilerin başına bir şey gelir" diye onları hiçbir yere götüremiyorum. İsmini açıkça vermeyeyim, başka bir üniversitede öğrencilerin ismi bile teker teker masalara yazılmıştı. Lise mi üniversite mi belli değil. Oysa Almanya'da üniversiteye yazılırken, "Bana numara vermeyecek misiniz ?" diye sorduğumda, "Siz büyükbaş hayvan mısınız? Anne babanız size bir isim vermiş, biz niye numaralandıralım?" yanıtını ile karşılaşmıştım. Böylesine ayrı anlayış…

Halbuki, o dönemde Türkiye'deki mimarlık okullarının örnek aldığı ekol de Alman ekolüydü.

Elbette! Ayrıca Almanya'da da artık eski katı disiplin yoktu. Lisedeki Almanca hocalarımızın çoğu, devlet tarafından Almanya'ya gönderilmiş, fakat savaş dolayısıyla eğitimlerini yarıda bırakıp yurda dönmüş kişilerdi. Onlar bize öyle bir Almanya anlattılar ki, sonra biz oraya gittiğimizde çarpıldık. Çünkü onların anlattığı Almanya bir savaş geçirmişti, savaştan sonraki Almanlar ve Almanya ise çok ayrıydı. Ayrıca daha 'Wirtschaftswunder'i (ekonomik mucize) geçirmemişlerdi. Bu konuda Konrad Adenauer'e çok şey borçlular. Biz o dönemi tanıdık. Açıkçası Almanların burnu henüz çok havada değildi. Ama Türkiye ile olan ilişkileri de çok başkaydı. Hala I. Dünya Savaşı'nın Türkiye'si gibi yaklaşıyorlardı. Zaten "Arabistan'ın neresinde" diye sorarlar,  bizi 'Enverland', Enver'in memleketi diye bilirlerdi.  Oysa Münih'e gittiğimde savaşın sona ermesinin üzerinden 11 yıl geçmişti. Öğrenci derneği ikinci başkanıydım ama başkanlığı da bilfiil ben yürütüyordum. O dönemde bile "Enverland" diye tanınmak çok ilginç gelmişti, çok yabancılamıştık. Bu kadar mı bilisizlerdi? Biz lisedeki coğrafya bilgimiz ile Ren nehrindeki balıkları sayabiliyorduk ama onlar Ankara'yı bilmiyordu. Üstelik de ülkemizi tanıtamıyoruz diye suçu hep kendimizde arardık. Ama bu, oradaki yetişme biçimi ile bizdekinin ayrımını gösteriyor.

Almanya'da bayağı acı eleştiriler yaparak yaşadım ama yine de bana bozulmazlardı. Dinden politikaya, kültüre varıncaya dek açık yüreklilikle tartışırdım. İçtenliğime inanmış oldukları için de kendimi, sırtında yumurta küfesi olmadan yaşayan bir insan olarak buldum orada.

Almanya'da kalmayı tercih etmediniz çünkü, önceki bir söyleşinizde de belirttiğiniz üzere, "ben kendi insanımın sorunlarını biliyorum, onlarla ilgilenmek istiyorum" düşüncesindeydiniz, değil mi?

'Aile doktoru'! olmak istiyordum bir anlamda. Beni alıp da bir yerlere koyuyorlarsa bu onların bileceği iş... Ama ne kadar iyi Almanca bilirsem bileyim, hayatımda hiç kimseye "Almanca biliyorum" dememişimdir. Oysa Türkçe ile günümde savaşıyorum. Sözcük üretiyorum, kendi dilimde düşünüyorum. Sonraki yıllarda Almanya'ya gittiğimde ise birkaç hafta geçiyor, ancak Almanca düşünerek konuşmaya başlayabiliyorum. Türkiye'de şöyle bir durum da var: kişi Fransızca bildiğini söylüyor, hem de Fransızca öğretmeni, ama "Bana bir kahve söyle!" desem, söyleyemiyor. Ama Apollinaire'den şiir çeviriyor. Apollinaire'i bir Fransız bile doğru dürüst anlayamazken o şiirini çeviriyor.

Çevirmesine çevirisiniz de, çevirdiğiniz metne şiir denilebilir mi, o tartışılır tabi…

Brecht'in üzerine çok uğraştım. Çünkü Brecht'in özelliği Almancayı geliştirip bir başka çizgiye getirmesi. Her dizesinin ses uyumunu neredeyse matematiksel bir yöntemle incelemeye çalıştım. Sonuçta da çevirmekten caydım. Çünkü Almancayı nereden nereye getirdiğini anlatamıyorum çevirilerimde, o bilgim yok. Yirmi yıl önce çeviren birinin çevireceği gibi çeviriyorum yirmi yıl sonra da. Ama bunun yanında, yapılan çevirilerin birçoğunun yanlış olduğunu da biliyorum.


Cengiz Bektaş ve Ercan Ağırbaş ile...
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :