Bu yıl ilk kez düzenlenen İstanbul Tasarım Bienali'nin eş küratörlerinden biri olan Joseph Grima'nın Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'nda konuşlanan sergisi "Adhokrasi", uluslararası ve yerli 120 tasarımcı ve mimarın 60'a yakın projesiyle günümüz tasarımının, tüketiciyi merkeze taşıyan, üretimle tüketimi aynı anda ve aynı yerde buluşturan, zanaati teknolojiyle kutsayan, açık kaynak tasarımlarla fikri mülkiyeti yeniden sorgulayan yenilikçi dönüşümünü deneysel bir laboratuvar ortamında ele alıyor. Grima ile bu laboratuvarın sahne olduğu buluşları ve günlük hayatımıza olan entegrasyonları hakkında konuştuk.
Adhokrasi sergisinin, "tasarım seri üretimden zanaat atölyesinde tekil üretime yöneliyor", gibi bir savı bulunuyor. Bu savın arkasında sizce ne tür gerekçeler var?
Yaşadığımız dönemde zanaat yavaş yavaş tasarımın merkezi haline geliyor. Bu dönüşüm aslında pek çok açıdan endüstriyel devrimin bir sonucu. Endüstri, birbiriyle tümüyle aynı binlerce objeyi aynı anda üretebilme şansına sahip olmak için çok büyük makineleri kullandı. O dönemki endüstriyel politikalar gereği tasarım üretiminin tek yolu buydu. Bugünün teknolojisi ise 21. yy gereksinimlerini karşılamak için aynılaştırmaya tam ters yönde gelişiyor. Yeni teknoloji bireyleri üretim sürecinin bir parçası haline getiriyor. Geçmişte ancak fabrika gibi çok büyük ölçekteki organizasyonların gerçekleştirebileceği üretimlerin bizzat son kullanıcı tarafından yapılabilmesini sağlıyor. Dolayısıyla zanaate dönüş, bu noktada geriye değil, ileri doğru atılacak bir adım anlamına geliyor.
Bu yeni tasarım eğiliminin kapitalist temeller üzerine kurulu olan tasarım endüstrisinin yönünü değiştirebilme şansı sizce nedir?
Aslında bu dönüşüm tasarımcılara toplumla yepyeni bir iletişim kurma olanağı tanıyor. Adhokrasi sergisi, geçmişte kullanıcıya dayatılan, tasarım sektörünün de çevresinde konumlandığı, tasarımcı tarafından tasarlanan, üretici tarafından üretilen ve tüketici tarafından tüketilen mekanizmayla şekillenen bir dönemin sonuna geldiğimizi vurguluyor. Eskiden yalnızca iki ürün arasında birini seçme hakkına sahip olan tüketici artık çok daha aktif bir role sahip; üretimi de içine alan kararlar alabiliyor. Artık tüketiciye dayatan değil, tüketiciyi merkeze koyan bir anlayış var. Bu yeni ruh aynı zamanda tasarımcının rolünü de değiştirirken, tasarımın tanımını da yeniden yapıyor. Tüketicinin gücünün arttığı, daha aktif bir hale geldiği bir ortamda ona hizmet eden sektörler de daha aktif hale gelecek, kapitalist sistem de bu yeni düzene ayak uyduracaktır, diye düşünüyorum.
Sergide yer alan "Açık Kaynak Donanım" başlıklı proje, bilgiyi paylaşmak ve tasarımların açık alışverişiyle ticareti teşvik etmek suretiyle insanlara kendi teknolojilerini kontrol etme özgürlüğü tanımayı hedefleyen açık kaynaklı tasarımları sergiliyor.
Adhokrasi'nin Bienal'i bir sergi platformu olmaktan öte, bir laboratuvar olarak kabul ettiğini belirtiyorsunuz. Sizce bu laboratuvar ne tür buluşlara sahne oldu ve bu üretimden Türk tasarımı neler kazanacak?
Laboratuvar tanımının, günümüz üretim olanaklarının 20. yy'ın endüstriyel ortamından ne denli farklı olduğunu vurguladığını düşünüyorum. Bugünün üretim alanları endüstriyel ortamlardan daha çok, zanaat atölyelerini çağrıştırır nitelikte. Adhokrasi sergisini yerleştirdiğimiz Galata Özel Rum İlkokulu gibi, İstanbul'un merkezindeki inanılmaz güzel, ama atıl kalmış bir bina bile bir üretimhaneye dönüşebiliyor. Üretim ile ürün kullanımının bir arada var olabilme ihtimali üzerine düşünebiliyoruz, bu çok önemli.
Jesse Howard, "Saydam Araçlar" projesinde kullanıcıların var olan donanım ürünleri ve hızlı üretim tekniklerini birleştirerek kendilerinin üretebileceği, onarabileceği ve değiştirebileceği ev aletleri hayal ediyor: Su kaynatıcı ve elektrikli süpürge.
Sergide yeni teknolojilerin ve yeni üretim biçimlerinin yaşamlarımızın farklı alanlarına nasıl adapte edilebileceğine dair çok iyi örnekler var. "Stratigraphic Manufactory" projesi yüzyıllardır var olan seramik ve porselen üretimini bu defa yepyeni bir yöntemle, üç boyutlu yazıcı kullanarak gerçekleştiriyor. GG Lab'in "Street Food Printing" adlı projesi ise üçboyutlu yazıcıların mutfaklarımıza nasıl dahil olabileceğini ve yepyeni deneysel yiyeceklerin üretiminde kullanılabileceğini kanıtlıyor. Bunun bir adım ötesi mutfaklarımızda bu tarz bir alete sahip olup, kendi gıda ürünlerimizi kendi kendimize üretmemiz olacaktır. Dolayısıyla bu sergi aslında bir laboratuvar; yani şu an pek çok şeyin denendiği ve gelecekte bunlardan hangilerinin yaşamımıza entegre edilebileceğinin sorgulandığı bir deney alanı. Aslında bu yeni eğilim yalnızca teknolojiyle ya da üretimle ilgili değil, üretimin içine biraz da ruh katmakla ilgili. Evet, temel olarak ihtiyacımız olan ürünler fabrikalarda zaten ileri teknolojiyle üretiliyordu, ama eksik olan şey ruhtu. İşin ilginç yanı bu ruh yine teknolojiyle birlikte gelişiyor. Ancak, geçen yüzyıldan farklı olarak yeni teknoloji bu defa zanaati ve ustalığı öldürmek yerine, onu destekleyerek bir adım daha ileri taşıyor.
Pedro Reyes "Imagine" adını verdiği projesinde silaha bağlı ölümlerin yüksek olduğu Meksika'da el konulan silahları farklı müzik aletlerinden oluşan kapsamlı bir orkestraya dönüştürüyor.
Söyleşinin devamı için ilerleyiniz >>>>>