Ercan Bey, siz oldukça erken bir yaşta Almanya'ya gittiniz. Dolayısıyla geri dönmeyi de pek düşünmediniz sanırım...
Hayır, düşünmedim çünkü ilkokuldan başlayarak üniversite eğitimimin sonuna kadar Almanya'da okudum. Türkiye anne-baba vatanım ama burayı ancak tatillerde görebiliyordum. Bir de üniversite dönemimde staj yapmak için gelmiştim. Yine de Türkiye ile olan bağımı hiç koparmadım.
Cengiz Bektaş ile tanışmamız ise, 5 sene önce kendisini üniversitede konferans vermesi için çağırmam sayesinde gerçekleşti. Az önce bahsettiği, "Almanların Türkleri nasıl gördüğü, nasıl bildiği" mevzusu gerçekten ilginç bir konu. Türkiye'ye önce "Enverland" diyorlardı, 1960'lı yıllardan sonra ise artık bizi misafir işçi olarak görmeye başladılar ve sonrasında yeni bir dönem başladı.
Tanıdıkları Türk o oldu…
Bu dönemden itibaren tanıdıkları kitle, akademisyenlerden ziyade Anadolu'dan işçi olarak, Zonguldak'tan göç edenlerin örneğinde ise maden işçisi olarak gelen Türklerden oluşuyordu.
Bu durumda siz de diğer bir maden bölgesi olan Ruhr'a yerleştiniz…
Evet, babam ilkokul öğretmeniydi. Zonguldaklı maden işçileri buraya yerleştikten bir süre sonra çocuklarını da yanlarına aldırttılar ve onların da bir şekilde eğitim sistemine entegre olmaları lazımdı.
Yabancı kökenlilerin Almanya'dan geri dönmeyecekleri anlaşıldıktan sonra, "misafir işçi" yerine farklı isimler konulmaya başlandı. Şu anda moda olan ifade, "göç geçmişi olan Alman" (Deutscher mit Migrationshintergrund). Bu durumu tarifleyen en son örnek, Köln Belediyesi'nden şahsıma gelen bir davetiye oldu. Metnin içeriği şöyleydi: "Köln'de çok sayıda yabancı kökenli insan yaşıyor. Bize bu ‘göç geçmişi olan Alman'ların kenti nasıl kullandıklarına dair bir konuşma hazırlar mısınız?"
Çok enteresan... Sanki bizim kentimiz, bizim mahallemiz, bizim sokağımız diğer Almanların yaşadığı sokaklardan farklı olacakmış gibi. Diğerlerinden farklılaşan bir durumumuz yok. Dolayısıyla bunu farklı bir durummuş gibi anlatmak bir anlam ifade etmeyecek. Her Alman nasıl İtalyan restoranına gidiyor, meydanda oturup kahvesini içiyor, Türk dönercisine, bakkalına gidiyorsa, tüm bunları biz de aynı şekilde yapıyoruz.
Sık sık Türkiye'ye gelip gittiğim için bir tek şu noktada farklılık görüyorum: İstanbul'daki değişim çok daha hızlı. İki aylık aralıklarla İstanbul'a geldiğimde, kenti kare kare görme fırsatı bulduğum için buradaki hızlı değişimi belirgin bir şekilde fark ediyorum. Almanya ise daha yavaş, daha sakin bir şekilde gelişiyor.
Bu tespitiniz yaşadığınız Neuss bölgesi için mi, yoksa Almanya'nın geneli için mi geçerli?
EA: Almanya'nın geneli için geçerli. Berlin'de okudum ve sık sık bu kente de gidiyorum. Berlin de çok hızlı değişen bir kent ama yine de belli sokakları, caddeleri, meydanları İstanbul'a göre çok daha sakin ve rahat.
CB: Aradan 15 yıl geçse de, kitapçım yine yerinde duruyor. Sokakta yeni bina yapılmış, millet durmadan onu tartışıyor (gülüyor). Bizde bütün sokak yıkılıyor, kimsenin umurunda değil.
İstanbul'a havadan baktığınızda, kentin ne kadar büyüdüğünü, birçok insanla belki de aynı İstanbul'dan bahsetmediğinizi anlıyorsunuz.
EA: Aslen Artvinliyiz. Dedemin köyünden Karadeniz kuş uçuşu ile 10 km, ama dedem 60 yaşına gelinceye kadar denizi görmemişti. Çünkü hayvancılıkla uğraşıyordu ve böyle bir gereksinimi yoktu. Almanya'ya göç ettikten birkaç yıl sonra babam, İstanbul'da yapılacak olan ev için dedemi buraya çağırdı ve denizi ilk kez bu yolculuk sırasında gördü. Bunun ne kadar ilginç bir durum olduğunu etrafımdakilere hep anlatırdım. Şimdi, akrabalarım Yenibosna'ya yerleştiler. Oysa Yenibosna İstanbul değil, çünkü orada yaşayan biri hiçbir şekilde bizim bahsettiğimiz İstanbul'a gelme ihtiyacını duymuyor. Yani durum bugün de aynı. İstanbul ister 20 milyon ister 30 milyon olsun, insanlar yine de kendi çevreleri içinde kalıyorlar ve onlar için Sultanahmet'in, Süleymaniye'nin, Topkapı'nın bir önemi olmuyor.