Tekrar sizin büroya dönecek olursak, tasarımlarınızın anonim tasarımlar olduğunu söyleyebilir miyiz? Siz ne kadar baskınsınız?
Cemİ: Anonim olduğunu söylemek, iyimser bir çıkarım olabilir. Büroda bizimle olan arkadaşların trafiğini de düşünürsek, bu soruya evet diye cevap vermek zor.
TülinH: Şu anda bizimle en uzun süredir çalışan arkadaşımız, üç yılını dolduruyor ki okuldan mezun olur olmaz başladı. Elbette çok isteriz o da aynı şeyi görüp bizim gibi üretiyor olsun. Bütün gayretimiz de o zaten. Diğer arkadaşlar da çok uzun süredir burada olmadıkları için bir anonimlikten bahsetmek mümkün değil. Ama öyle olmasını hedefliyoruz.
Cemİ: Son dönemde bir dönüşüm de yaşadık. Buna bir kan değişikliği de diyebiliriz. Bize yeni katılan arkadaşlarımız var. O anlamda atölyemiz, çalışanların profilleri bakımından da farklı bir yere gidiyor.
Bu, bilinçli bir kan değişimi mi oldu?
TülinH: Aslında istiyorduk, fakat olayların gelişimi de böyle bir sonuç doğurdu. Master yapmak istediği için ya da ailevi nedenlerle ayrılan arkadaşlarımız oldu. Onların yerini doldururken de kafamızdaki düşünceye göre hareket etmeye karar verdik. İleride, bir aile samimiyeti, güveni, bağlılığı oluşturabileceğimiz bir yapı kurmayı hedefledik.
Sezgi burada da işe yarıyor değil mi, personel seçimlerinde?
Cemİ: ‘Personel' demeyelim. Zaman zaman çalıştığımız, birlikte olduğumuz kişilerin tercihleri, beklentileri, ileriye dönük hedefleri hakkında konuşuyoruz. Ama buna bir ‘performans değerlendirmesi' demek istemiyorum. Bunlar son derece steril tanımlamalar ve başka bir sektörün jargonuna aitler. Bunun mimarlıkla pek örtüşmediğini, örtüşmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bu tanımlamaları alt alta koyduğunuz zaman, atölye olmaktan uzaklaşırmışız gibi hissediyoruz.
TülinH: Şu an, büroda bulunan arkadaşların pek çoğuyla çok kısa zamandır çalışıyoruz, ama ben sanki çok uzun zamandır bizimle birliktelermiş gibi hissediyorum.
Cemİ: Evet, o his olmadığı zaman zaten birlikte olamıyoruz. "Hakikaten bir ay mı oldu, o sanki bizimle beş aydır çalışıyormuş gibi" hissi önemli.
Türkiye ileriye dönük projeksiyonlar oluşturmanın çok zor olduğu bir ülke. Herşey bir anda kolayca tepe taklak olabiliyor. Bu anlamda başlangıçta öngördüğünüz geleceğin neresindesiniz?
TülinH: 1994'ten bu yana Cem ile çalışıyorum, bu da 14 yıldır bu büroyu sürdürdüğümüz anlamına geliyor. Bir noktada, aslında ileriye doğru bir projeksiyon yapmadığımızın farkına vardık. İyi yaptığımız bir takım konular var, ama çok da planlı programlı gitmiyoruz. İleriye dönük en büyük hedefiniz nedir deseniz, ona da bir şey söyleyemem ama en azından şunu biliyorum: Bugüne kadar yapılanı gözden geçirip, onu geliştirmek, onun üzerine gitmek istiyoruz. Beraber çalıştığımız arkadaşlarımızın hepsini bunun bir parçası haline getirmek gibi bir hedefimiz var. Ama daha büyük olmak gibi bir hedefimiz olmaz. 8 ve buna ilaveten ikimiz, bunu aşmayız diye düşünüyoruz. Yaptığımızı daha rafine bir hale getirmek istiyoruz.
Cemİ: Rahatlıkla çok fazla üretimimiz olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu üretimin bir yapı olarak son ürün haline gelmesinde bir ters orantı var. Biraz önce görgüyü artırmak için yapılan gezilerden bahsetmiştik ya... Bazen insana ‘işte buymuş' dedirten yapılarla karşılaşıyorsun, bunu dedirten mekanlara giriyorsun, bir şekilde onlara dokunuyorsun. Hedefimiz, ‘işte bu' dedirten bir şeyler koymak. Bunun bir ya da on bina olması hiç önemli değil. Mimarlığın etki alanı aslında çok geniş. Söyleyeceğiniz sözü çok daha etkin bir şekilde, mesela kamusal alana hakim projelerde daha etkili bir şekilde söyleyebiliyorsunuz. Bu, içinde bir ego da barındırabilir. Öyle ya da böyle bunu itiraf edelim. Kimisi onu bastırabiliyor, kimisi de çok daha belirgin hale getirebiliyor. Söyleyeceğiniz şeyi, bir mesajı, bir mimari ürün üzerinden söyleyebilmek, bu mesleğe has özel bir durum aslında. Bir sürü risk aldığınız, risk aldıkça da sizi heyecanlandıran, enerji veren, içinde birçok dinamiği barındıran bir iş bu. Aslında burada çok bina yapıyor olmaktan daha önemli bir tercih var: Donanımlı olmak, hazırlıklı olmak.
Resim, müzik, akademik yaşam, televizyon programcılığı, eğitmenlik, jüri üyeliği... Bütün bunları büro pratiği ile birlikte nasıl yürütüyorsunuz, birbirlerini nasıl besliyorlar?
Cemİ: Hepsi bir anda çullanıyor üzerine (gülüşmeler). Bize göre bir arada gidiyorlar, ama bazılarına az zaman ayırabiliyorsunuz ya da hiç ayıramıyorsunuz. Mesela ben müzikten uzun zamandır fiili olarak kopmuş durumdayım. İyi bir dinleyiciyim, ama kaç yıldır elime gitarımı alıp da bir şey çalamıyorum.
TülinH: Cem aslında düzenli olarak, çok yoğun müzik dinliyor.
Cemİ: Tülin'in de mimarlık dışında 'artizanal' bir meyili var. Ona, kopmadan olabildiğince çok zaman ayırmak istiyor. Renkli yaşamak demeyelim ama beslenerek çeşitlenmiş bir yaşamı devam ettirmeye çalışıyoruz. Şu an içinden geçtiğimiz zamanda, fedakarlık edilmiş çok fazla alan, devamlı çalışılıyor gibi bir durum var. Bu nedenle hakikaten hepsine istediğimiz gibi zaman ayıramayabiliyoruz. Ama kendi adıma, artık doktorayı bitirmem gerek diyorum . O bir öncelik bu aralar...
Doktora konunuz nedir?
Cemİ: Müşteri odaklı endüstriyel konut üretiminde esneklik, yalınlık yaklaşımları diyebileceğimiz bir çerçevem var. Esneklik, değişebilirlik kavramlarını konut üzerinden tartışıyorum.
Modüler yapılar?
Cemİ: Bu çok kısıtlı bir tanım olur. Konutun kullanıcı müdahalesine maruz kalmasının sorgulanması diyebiliriz. Yapının zaman içinde aldığı tepkiler, reaksiyonlar ve bunun arka planı, mimarın buna tepkisi, mimarın hakimiyet alanının daralması, gibi çetrefil bir alanda gidiyor. Zevkli yanı, bir yandan aktör olarak taraf olmamız; bir yandan onun üretimi içinde olup, bir yandan da diğer aktörler açısından da bu olayları değerlendirebilmek.
Ne kadar zamandır bu dairedesiniz?
TülinH: 14 yıldır buradayız. Büroda zaman zaman yapılmış küçük müdahaleler vardı. Kitaplar, bir dönem elle çizilmiş proje ruloları, disketler, cdler, kablolar, dokümanlar, dosyalar, dergiler birikmiş. Ayrıca üzerinde çalışılan projelerin ölçeği büyümüş; bir pafta açıyorsunuz, masa büyüklüğünde. Hatta kimi durumlarda birkaç paftayı bir arada görmek gerekiyor. Dedim ki bizim başka bir yere taşınmamız gerekiyor. Ama başka bir yere taşınmak da ha deyince olacak bir şey değil. Bir süre, sağ olsun, Bünyamin'in (Derman) oraya taşındık. Burayı yeniledik, bütün dokümanları ayıkladık, her şeyi bir düzene koymaya çalıştık.
İş alanlarına daha yakın olduğu için karşıya mı gitsek diye de düşündük. Ben Cihangir – Beyoğlu taraflarına ve bazı başka semtlere baktım. Ama "Artık kendimi hiçbir şekilde bu yakalı hissetmiyorum, buralar beni anlatmıyor. Burada ne işim var" diye düşündüm. Ama artık öyle düşünmüyorum. Aslında premodern dönemde yaşıyormuş gibi çok özel bir durumumuz var. Mesela evimiz hemen üst katta.
Cemİ: O anlamda tam bir atölye burası.
TülinH: Çocuklarımız en yakın okula yürüyerek gidiyorlar. Bu, bizim için önemli bir kriterdi. İşimizi taşıdığımız zaman, evimizi de taşımamız gerekiyordu. O zaman da yakınlarda iyi bir okul olmalıydı.
Cemİ: Hiç modern olmayan bir durum yani.
TülinH: Evet. Büroyu bulduğumuz zaman evi ya da okulu bulamadığımız için senelerdir buradan kıpırdayamadık. Götürebildiğimiz kadar bu şekilde götürmeye niyetliyiz. O demin anlattığım 15 yıllık kağıtla vs. ben boğuştum ve anladım ki bir işin başarısının sırrı tamamen düzendedir. Daha doğrusu büyük kısmı. Çok şeyi düzeltirsin, düşünürsün ama eğer onları iyi tasnif etmişsen ve kolay ulaşabiliyorsan, o zaman başarı sendedir.
Cemİ: O kan değişimi de tam bu zamana denk geldi. Büronun fiziksel değişimi ile yeni katılımlar tam örtüştü. Böylece hem yapısal hem de zihinsel bir değişim yaşandı diyebiliriz.
Tam olarak ne zamandan bahsediyoruz?
Cemİ: Birkaç ay oldu.
TülinH: Ekim – Aralık arası diyebiliriz. Bünyamin'i anmadan geçemeyeceğim, gerçekten büyük gönüllülükle bizi bürosuna kabul etti. Hatta geri dönerken bozuk çaldı, "Ne yani bir şikayetiniz mi var" falan dedi.
Böyle dar bir alanda yaşamak (ev büro, okul) hiç kıstırılmışlık hissi veriyor mu?
Cemİ: Artık vermiyor. Kentteki ulaşım sorunu bir gündem haline geldiği ve daha kötü olacağı da aşikar olduğu için, bizim açımızdan ideal bir duruma döndü. Artık çok sorgulamadığımız, kıyasladığımız zaman şikayet edilmemesi gereken bir duruma dönüştü.
TülinH: Bu arada beraber çalıştığımız arkadaşlarımızı da hep yakında oturanlardan seçiyoruz.
Cemİ: Sadece bir kişi Beşiktaş'ta oturuyordu.
TülinH: Ama o da Moda'da ev tuttu. (gülüşmeler)
Cemİ: Evet, ama kesinlikle biz zorlamadık.
TülinH: Onlar da yürüyerek ya da bisikletle geliyorlar. Bazı akşamlar iş uzayabiliyor, sonrasında evlerine rahat dönüyorlar.
Bu ‘kolaylık', steril diyebileceğimiz döngü, projelerinize nasıl yansıyor?
Cemİ: Problemler kendi tanımlarıyla birlikte size geliyor, bu anlamda belirli tarifler içinde bir şey üretmeye çalışıyorsunuz. Örneğin son dönemlerde yaptığımız gibi Kıbrıs'ta bir yurt projesiyse bu, buradaki yaşam tarzımızın o proje üzerinde bir etkisi olmuyor doğal olarak. O, kendi içinde kendi gerçekleri olan bir durum. Bu durumdan en çok etkilenebilecek olan şey, bence konut problemidir. Uğraştığımız konu emsal bazlı bir şeyse eğer, ki emsal kavramı her şeyin temelinde yatıyor, onu içinde bulunduğumuz ortamla karşılaştırdığımız oluyor. İşte 3,5 emsal verildiği zaman, biz burada 2,07 ve onun ima ettiği her şeyi düşünerek 3,5 – 4 emsalin bir yeri ne hale getireceğini görebiliyoruz. Başkaları da görüyor bunu, ama ben 30 yıldır burada içinde yaşıyorum.
TülinH: Evet, Cem çocukluğundan beri burada yaşıyor.
Cemİ: 10-12 yaşımda anahtarı unuttuğum zaman şu balkondan çıkıp içeri girdiğimi hatırlarım.
Foto: Baba & oğul İlhan
'Burada' derken bu binadan mı bahsediyoruz?
Cemİ: Bu daire. Bir askere, bir de İngiltere'ye gittiğim zaman ayrıldım.
O zaman hiç sizin için kullanılmışlık değeri taşıyan eşyalar var mı koruduğunuz?
Cemİ: Bir şeyler var, ama arşive gidip dolaplara göz atmak gerek. Bu süre boyunca kentin bu yakasının, insanların profilinin, fiziksel çevrenin, yeşilin nasıl değiştiğini an ve an takip edebildim. Bu taraf (pencerenin baktığı yeri gösteriyor) hiç değişmedi örneğin. Bu, Tarım İl Müdürlüğü'nün özelleştirme arazisi ve bir alışveriş merkezi olup olmayacağı tartışma konusu. Bu yakanın, Meteoroloji binası ile birlikte en fazla spekülasyonu yapılan arsası.
Nasıl bir görev dağılımı yapıyorsunuz büro içinde?
Cemİ: Tülin maket yapıyor (gülüşmeler). Ama gerçekten maket yapıyor.
TülinH: Evet, yaklaşık 10 gündür maket yapıyorum.
Cemİ: Tülin, eskiden beri çok iyi maket yapar. İşlerin yoğunluğundan ve başka yöntemler gerektirmesinden dolayı biraz ara vermişti. Ama bu büro içinde hep maket yapıldı ve bu çok da doğru bir şey. İkimiz de konu ne olursa olsun, başından itibaren tasarımın içindeyiz. Elbette ana fikrin, genel konseptin belirlenmesinden sonra, işlerin kabaca bir dağılımı oluyor. Birimiz süreci izlese bile, kontrol ağırlıklı olarak birimizde oluyor, işleri o takip ediyor.
Tasarıma nasıl başlıyorsunuz, konsepti oluştururken nasıl hareket ediyorsunuz? Önce bir imge mi oluşturuyorsunuz, yoksa bir kavramdan mı yola çıkıyorsunuz? Verilen program bu aşamada ne kadar bağlayıcı?
Cemİ: İki türlü davranış biçimi var. Bunlardan biri, yer hakkında hiçbir şey ima edilmemiş bile olsa, söyleyeceğini biliyor olmak. Bu, üretilmiş bir şeyin çoğaltılması, biraz dönüştürülerek uygulanması. Diğeri ise bağlamsal bakıp yerin niteliklerini inceleyerek, ‘buranın çözümü kendi içinde yatıyor' diyen, oraya kök salmaya çalışan yaklaşım. Biz, ilk yaklaşımı çok da onaylamıyoruz. Ürettiği bir şeyi, sözü, her coğrafya için koyan tavırdan uzak durmaya çalışıyoruz. Gramer anlamında da, uzaktan ilk bakışta çok algılanmayan, odaklanınca kavranabilen mimari dil ve ifadenin olması da bu yüzden. Şöyle bir geriye doğru bakarsanız, biçimsel anlamda çok da benzeşmeyen şeyler yaptığımızı görürsünüz. "Var bir şeyler ama ifadeleri farklı" dedirtir.
Nedir o ayırt edilebilir, size ait, tarif edilebilir olan şey?
Cemİ: Belki de kimse böyle bir tarif yapmıyor bizim dışımızda (gülüşmeler)
TülinH: Bir arkadaşım Nişantaşı'nda bir lokanta açacaktı ve ben de ona yardımcı oluyordum. Bir mimar arkadaşımız da oradan geçerken yapılanları görmüş ve "Bunlar yapmıştır burayı" diye düşünmüş. Ben de sordum neden böyle düşündüğünü. "Girişi kuytudan almışsın, nişlerin içine bir şeyler yerleştirmişsin" gibi şeyler söyledi, ama bence bunlar da tam tarif değil.
Cemİ: Belki kullandığın renk, onların biraraya getirilişi... Ama bunlar yine de yüzeyde kalan tarifler. Ne olmadığı üzerinden gitmeliyiz belki de. Ben rahatlıkla bir ‘Frank Gehry' yaklaşımı olmadığını söyleyebilirim. Müşterinin ne alacağından çok emin olarak üretilen bir mimarlık var ama biz o tarafta değiliz. Bugün belli mimarlara gittiğiniz zaman, oradan ne geleceğini biliyorsunuz. Bunu bilerek giden, alan sermaye de var. Ama işin öbür tarafında, belli riskler alan, imgeyle birlikte başka şeylerin peşinde olanlar da var. Bu, daha yoğun bir diyalog formatı. Fazla kurumlaşmamış, biraz daha enformel bir iş yapma düzeni içinde mimarlık almak isteyen kişiler olabiliyor. Bizler o taraftayız.
TülinH: Baskı yapmayan bir tutumumuz var bizim.
Cemİ: Bu Aykut Köksal ile de konuşulmuştu, belli bir senaryonun önceden düşünüldüğünü fazlasıyla ifade eden yapılar değil. Öyle bir şeyin olmaması gerekiyor. Kullananı onun figüranı haline getirmeyen bir şeyin peşindeyiz. Belli müdahaleleri kaldırabilsin, ama şöyle oturacaksın, şöyle yürüyeceksin, şöyle bakacaksın, şuraya oturduğun zaman da harika olacak demeyen bir mimarlık olsun. O müdahalelere rağmen karakterini kaybetmesin, uzun süre yaşayabilsin. Belki de çok fazla şey bekliyoruz. Binaya çok fazla sorumluluk yüklüyormuşuz gibi düşünülebilir, ama biz bunun peşindeyiz.
TülinH: Bunu kendine de yüklüyorsun.
Malzeme ne kadar önemli sizin için, tercihlerinizi neler belirliyor?
Cemİ: Kaynaklar çok da sınırsız değil. Bir cümleye "Arizona'da üretilmiş bir taş olmasın da...." diye başladığınız zaman, "Kardeşim, hangi devirde yaşıyorsun? Şileplere atıyorlar, geliyor" deniliyor. Biz, bunun pek de doğru bir şey olmadığını düşünüyoruz. Elbette bu, dünyaya bakışınızla da ilgili bir şey.
TülinH: Malzeme pazarlamak için gelenler oluyor. Mesela birine, 15 kez falan aradıktan sonra peki dedik. Geldi ve anlatmaya başladı. Bir an, malzemelere boş boş bakmakta olduğumu farkettim. Onun İspanya'dan, diğerinin Fransa'dan vs geliyor olması beni hiç ilgilendirmiyor. Taş, tuğla, beton, herşey var. Ben, zaten narin malzemeden hiç hoşlanmam, kütür kütür olmalı, durduğu yerde sağlam durmalı. İçi boş olmamalı, dolu olmalı. Alçıpandan nefret ederim örneğin.
Cemİ: Bu Hadi ailesinden gelen bir özellik.
TülinH: Alçıpanı kaplıyorsunuz ve normal bir duvardan farksız gibi görünüyor, ama olmadığını anlıyorsunuz. Onun arkasının boş olduğunu, iğreti durduğunu, ses geçirdiğini biliyorsunuz. Ben onu ancak üç kat üst üste, tuğla kıvamında kullanabilirim. Çok narin detaylar, ince vidalar vs çok gereksiz geliyor bana.
Mimarlığın insan odaklılığını bir kenara ittiğini söylemek mümkün mü?
Cemİ: Bütün bunlardan bu anlam çıkıyor.
TülinH: Bence bu, sadece mimarlık için değil, pekçok disiplin için geçerli. Moda için de, endüstriyel tasarım için de. Cem'in İngiltere'deki okuluna hocasını ziyaret etmek için gittik. Bizi, alt kattaki restorana davet etti. Boş bir masa bulduk. Bizi masaya çağırırken "Buyrun oturun, yalnız, tasarlanmış herşey gibi çok rahatsız" dedi.
Cemİ: Modanın adı geçti, bence o çok önemli. Konunun tam da moda olduğunu, mimarlığın da artık moda etkisinin dışında kalamayacağını ve onun kuralları üzerinden gitmesi gerektiğini iddia eden bir düşünce de var. Hatta bu oldukça yaygın bir görüş ve eğer kapitalizmin, uluslararası sermayenin gerçekleri buysa mimarlığın da bunun dışında kalamayacağını savunuyor. O yüzden bir mimarın çizgisi pekala çok da değişebilir; 180 derecelik dönüşlerin olduğu bir kariyer de olabilir deniliyor. Biz, bunun da dışında kaldık; kalmaya da devam ediyoruz. Bu bilinçli bir tercih. Geçen gün bir dergiye elimi attım ve Casa Bella dergisine 6 yıl sonra yeniden abone olduk. Açık olan bir sayılarına baktım ve hakikaten iyiymişler, iyi ki yeniden abone olduk diye düşündüm. Kapattım, 2002'de aldığımız eski bir sayı olduğu çıktı. Genel bir tutarlılık var ve altı sene içinde benim inandığım, bana heyecan veren ve değişmeden kalmış bir şey gördüm. Çünkü, orada yapılanlar moda değil. Ama öte taraftan çöpe attığımız pekçok dergi de var.
İletişim olanaklarının çeşitlenmesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte her şeyin an be an izlenebiliyor olması büro yaşamını nasıl etkiliyor, kafa karıştırıyor mu?
TülinH: Üzerinde çalıştığımız bir proje var ve bu konuda neler yapılmış diyerek şöyle bir tarama yaptık. Güzel şeyler de vardı, beğenmediğimiz şeyler de. Elbette o konuyla ilgili olmayan birçok başka şey de geçti. Hep onlara bakarak çözüm bulmaya çalışmak, koltuk değneği ile yaşamak gibi bir şey. Dünyada üretilebilecek o kadar çok çözüm var ki... Ama işin özü, oradan öğrendiğin şeyi kendi malın haline getirmekte yatıyor. Eğer onu kendi bilgin haline getirmişsen, içselleştirmişsen, kendine göre yeniden üretebiliyorsan tamam. Belki de bunun için dergilere bakıyoruz, üzerinde yeniden çalışmak isteyebileceğimiz bir fikir var mıdır diye. Ama oradan çare aramak çok beyhude bir çaba.
Öte taraftan tasarım, çok önemli bir ifade işi. Bir yandan kendini anlattığın bir iş. Ben olmayan bir şeyi neden oraya koyayım, niye başka bir şey olmaya çalışayım. Sonuçta yine ben olan şeyi üretmeliyim, bana ait olan şeyi bulmalıyım.
Cemİ: Tülin iyi anlattı bence. Bu, en iyi kendini konumlandırma biçimi belki de. Böyle bir düşünce biçimi, yoldan çıkma durumuna karşı en iyi sigorta. Kendi aramızda da çalışırken ben diyorum ki, "dur, oraya bir şey koyacağım". Tülin hemen araya giriyor, "Cem emin misin, bu seni anlatıyor mu?". Tülin, bazı şeylerden daha emin gibidir. Ben, başka şeyler arayışına, küçük yol kazalarına daha meyilliyim.
İşverenle kurulan iletişimde nasıl temsil ediyor kendisini büro?
TülinH: Bizim işverenlerimiz hep büro sahibini görmek, onunla karşılıklı konuşmak istiyorlar. Zaten belli işler var ki, ille de o mimarı, büro sahibini orada istiyor. Mesela ev. Zaten ev, tam bir terapi işi. İşverenle uzlaşmanız gerekiyor. Ama belli bir aşamayı geçtikten sonra, birlikte çalıştığımız arkadaşlarımız da mutlaka orada bulunuyorlar. Hatta bazı durumlarda en başından itibaren katılabiliyorlar. Bazı işlerde, kalabalık olmak, biz şu kadar kişiyiz demek çok daha etkili olabiliyor. Geçenlerde böyle bir deneyimimiz oldu örneğin. Hedeflenmiş bir şey yoktu ama "Benim işimle şu kadar insan ilgileniyor, incelemeye hep birlikte gelmişler, hep birlikte dinliyorlar" gibi bir izlenim uyandırdık.
İşverenin yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz, kötü bir deneyiminiz oldu mu?
TülinH: Belli insanlar var belli şekillerde davranıyorlar. Terzi de olsaydık, grafiker de olsaydık, insanların tutumları değişmezdi. İşverenin tutumu, kendi işimizi sahiplenmemiz, nasıl yaptığımızı aksettirmemiz, kişisel özelliklerimizle birlikte şekilleniyor. Ama biz açıkçası, kurumsal davranabilen müşteriyle çalışmayı daha çok seviyoruz. Nasıl biz kendi aramızda bir iş bölümü yapıyorsak, onlar da bir iş bölümü yapmalı. Onlar da işin hangi parçasını kimin takip edeceğini tarif edebilmeli. Onlara düşeni bizim üzerimize yıkmamalılar ve elbette biz de kendi yapacaklarımızı onların üzerine yıkmamalıyız.
Cemİ: Biraz müşteri seçtiğimiz de söylenebilir. Bazen iş kazaları oluyor, ama genellikle belli duyarlılıkları olan kişi ve kurumlarla bu işi götürmeye çalışıyoruz diyebiliriz.
TülinH: Öyle tecrübeleriniz oluyor ki, bazen Cem'e bir daha çok dikkatli olmamız gerektiğini söylüyorum. Büronuza gelen müşterinin ruh hastası olmaması çok önemli. (gülüşmeler)
Cemİ: Bu nedenle müşteriyle ilk kez biraraya geldiğimizde ikimizin de olmasına özellikle özen gösteriyoruz. Çünkü birimizin gözden kaçırdığı bir şeyi diğeri yakalıyor. Mesela o iş kazalarında Tülin'in "İlk toplantıda ben de olsaydım böyle olmazdı" dediği de oluyor.
Uzlaşmacı mısınız?
TülinH: Fazlasıyla.
Cemİ: Genel olarak evet. Herkes böyle olduğuna inanıyor.
TülinH: Hatta bunun başımıza bir bela olduğu da söylenebilir.
Hiç, kafanızdaki kurgudan çok uzaklaşmış olduğunuzu, ortaya çıkan ürünün artık sizin olmadığını düşündüğünüz oldu mu?
TülinH: Olmadı aslında. Çünkü o duruma gelebilecek projelere devam etmedik.
Cemİ: Genelde kopmuş işlerdir onlar, yürümemiştir.