Cem İlhan ile atölye, esneklik, kamusallık vs üzerine

04 Nisan 2008

TeCe Mimarlık, kendini nasıl tanımlıyor, tasarımı nasıl ele alıyor?

 

Cemİ: Çeşitli platformlarda dile getirildiği gibi, adımız, yarışmalar üzerinden duyulur ve bilinir oldu. Bu da bizi - yarışmaların da konularının farklılaşması nedeniyle- farklı alanlarla ilgili antrenmanlı bir grup haline getirdi. Son dönemle birlikte özel sektör üzerinden yürüyen işler ağırlık kazansa da, kafamızın bir kısmı sürekli ‘kentsel tasarım'la ve onunla ilgili problemlerle meşgul.

 

Büro olarak, tasarımla ilgili sorunları ölçeğe indirgemeden sorguluyoruz. Çalıştığımız alan küçük ölçekli yapı ve kentsel tasarım arasında gidip gelen bir mecrayı kapsıyor. Hep de böyle oldu. Bunun doğalsonucu olarak, belli bir yapı tipolojisinin üzerine gidip, o konuda uzmanlaşmayı seçen ya da şartların ona doğru ittiği bir büro olmadık. Şikayetçi de değiliz.

 

Her problemi kentin bütünüyle ilgili olarak değerlendiriyoruz. Aynı zamanda her bir tasarım konusunun, o yerle ilgili doğru soruları sormak üzerine kurgulandığını, gücünü ve güzelliğini de bundan aldığını düşünüyoruz.

 

Kamusal alanla ilgili hassasiyetinizin nedenlerinden biri de aldığınız yüksek lisans eğitiminiz olabilir mi? Daha büyük ölçekte düşünmek ve resme tepeden bakabilmek?

 

Cemİ: Elbette. Meselelerin içine çok fazla gömülüp bir noktadan sonra onları göremez hale gelmekten kendini kurtarıp yukardan, biraz daha dışarıdan ve mimarlık dışındaki alanlarla da bağlarını koparmadan soru sormaktan ve düşünmekten zevk aldığım için belki de. Evet kentsel tasarım ve  özellikle de konut meselesine kariyerimin ilk yıllarında başlayan ilgimi hala koruyorum. Büro çalışmalarının yanında doktora çalışmam da sürüyor. Oradaki düşünce de, konutla birlikte her şeyin tartışılabileceği fikri üzerine kurulu. Çünkü kent dokusunun yüzde 90'ını konutlar oluşturuyor. Bizler de bu yaygın anonim doku içinde mimari faaliyetlerimizi sürdürmeye çalışıyoruz. Eğer konutu bir kenara bırakırsak, mimar olarak yaptığımız işler hep çok spot, belirli noktalara odaklanmış, metropol ölçeğinde çok küçük müdahalelerdir.  Böyle olunca da, bir seferde toplu olarak üretilen bir tipoloji olarak düşünürsek toplu konutu, evet ilgi alanımız içinde kaldı. Son dönemde, fiili olarak da bununla uğraşma şansı bulduk. Bir tasarımcı olarak şu anda daha önceleri pratikte uzağında kaldığımız, ancak üzerine düşünce ürettiğimiz, yazdığımız meselelerin tam da içine düştük. Böylece konuya içinden de bakma şansımız oldu.

 

Mesleğinizin henüz başlarında yaşadığınız bir toplu konut deneyimi de var, öyle değil mi?

 

Cemİ: O, Turgut Özal döneminde gerçekleştirilen açılımlarla Toplu Konut Kanunu'nun çıkması, Emlak Bankası'nın bu işe soyunması ve hummalı bir şekilde toplu konut üretimine girdiği bir zaman dilimine rastlıyor. İngiltere'den döndükten sonraki 1.5 – 2 yıllık bir dönemi kapsıyor. İşin uygulama boyutuna duyulan merakla programlanmış bir şey oldu. Bu, belli bir dönem de olsa üretimin doğrudan içinde olmak, ama ondan sonra da atölyeye geri dönmek ekseninde bir yoldu. Onu uygulamaya çalıştım.

 

Bu pratik nasıl oldu da ‘atölye'ye kırıldı, ayrıca neden ‘atölye'?

 

Cemİ: Özkan Sunar ile bir büro kurduk. Bir ikili olarak yarışmalara katılıyorduk. Birkaç yıl bu şekilde devam etti, sonra Tülin katıldı. Onunla da bir ikili olarak bir dönem devam ettik. Bu küçük atölye şeması, bizimle birlikte çalışan, yardım eden, katkı koyan gruplarla esnek bir yapılanma anlayışı içerisinde sürdü. Bahsettiğim şema, bugüne kadar öyle büyük bir ölçek değişikliği de yaşamadı. Şu an sekiz kişilik bir ekiple çalışıyoruz, ama hep tercihimiz tasarımın o en başındaki aşamalarından itibaren üretimin birebir içinde olmak oldu. Elinde maket bıçağıyla, kalemiyle, keserek biçerek, düşünerek ve bunu da birlikte yaparak en çok keyif aldığımız bu atmosferin çinde kalmak isteğiyle devam ettik. Bunu niye özellikle vurgladığımız, neden bu kadar öne çıkardığımızı soran okuyucular, meslektaşlarımız, büyüklerimiz olabilir.

 

Ama son dönem üretimlere baktığımız zaman, gelen taleplerin, piyasanın kendi dinamiklerinin ve değişen üretim ölçeklerinin, mimarlık atölyelerini bir yapılanma değişikliğine ittiğini söyleyebiliriz. Bir noktaya kadar ‘atölye düzeni'ni sürdürebiliyorsunuz, ama bir noktadan sonra ‘kurumsal yapılanmaya' doğru gitmeniz gerekiyor. Şartlar sizi öyle olmaya itiyor. Artık, ikili üçlü bir ekiple, bir abimizin deyişiyle ‘Ramboculuk' yapamıyorsunuz. Bu, daha önce çalıştığım bir bürodan bir ağabeyimin sorduğu bir soruydu. Tam olarak kastettiği de imar onayına da sen gidiyorsun, paftaları ozalite gönderdikten sonra onun dosayalanmasıyla da sen uğraşıyorsun, akşam maket yapıyorsun, haldur huldur çağrıldığın üst üste iki toplantıya gidiyorsun, ondan sonra Mimarlar Odası'na projeyi mühürletmeye de sen gidiyorsun. Ben de yanıt olarak "Eh, biraz öyle" dedim. Tam olarak bu kadar vahim olmasa da, zaman zaman birçok rolün bizim üzerimizde toplandığı bir iş yapma biçimini devam ettirdik. Ama bu, bir süre sonra verimliliğinizi düşüren bir çalışma yöntemi. Artık kurumlar bazı taleplerle geliyor ve belli standartları şart koşuyor. Siz de ister istemez çalışma şeklinizi gözden geçirmek durumunda kalıyorsunuz. Belli bir süre sonra, tamamen bir kenara itmeseniz de, ‘atölye' denilen o modeli kendi içinde değiştirmek zorunda kalıyorsunuz. Biz ara bir bölgedeyiz. Ben dışarıdan bakınca kendimizi öyle görüyorum. Ne anlattığım 10 yıl önceki atölye, ne de tam kurumlaşmış bir yapı.

 

Büronun işleyişi nasıl?

 

Cem İ: Bana göre, herkesin sesini yükseltebildiği bir ortamımız var. Bu, bir zamanlar içinde olduğumuz bazı pratikler gibi pişmiş bir ürünün garnitürünün bizim tarafımızdan konulması gibi değil. Arka odada toparlanmış bir şeyin kalan eksiklerinin tamamlandığı bir üretim biçimi de değil. En başından sonuna kadar açık bir yapılanmamız var. İşin büroya gelişinden başlayıp kendi aramızdaki ya da müşteri ile olan tartışmalara kadar açık, herkesin sürecin içinde olduğu, gözlemlediği ve yaşadığı bir ortam var. Kimileri bunu eleştirebilir, her şey bu kadar açık olmamalı diye düşünülebilir. Ama bize göre pekala olabilecek bir şey. Yürüyor da zaten.

 

İşin tasarım kısmına dönecek olursak, dediğim gibi herkesin sesini yükseltme şansı var. Bu, daha ilk taslak eskizler oluşturulurken, kavramsal konular tartışılırken bile herkesi kapsayan bir süreç oluyor. Genel olarak, o işle uğraşacak ekibin oluşumundan önce bile herkes ne olup bittiğini biliyor. Büronun ölçeği de bunu kolaylaştırıyor. Belirli bir noktadan sonra elbette o işin sorumlularını belirlemek ve işin de onlar üzerinden yürümesini sağlamak gerekiyor. O noktada, ister istemez bir hiyerarşi oluşuyor.

 

Bu, biraz da projeyle birlikte şekillenen, duruma göre farklı kişilerin dahil olabildiği oldukça esnek bir yapılanma anlamına mı geliyor?  

 

Cemİ: Ortada değişmeyen bir ikili var, ama iş bazında partnerlerimiz ya da bizi asiste eden genç arkadaşlarımız olabilir. Profilimiz incelenirse, bizi zaman zaman çok farklı isimlerle yan yana görebilirsiniz. Bu birliktelikler, çeşitli riskleri de beraberlerinde getiriyor elbette. Her gelen ismin doğal olarak kendi bakış açısı olduğu için, bazen çok pozitif, lehte gelişebilen süreçler, aleyhinize de dönebiliyor. Biz, taşıdığı risklere rağmen bu modeli benimsiyoruz ve zaman zaman da uyguluyoruz.

 

İlgi alanlarınızın çeşitliliğini de bu esneklikle birlikte düşünmek mümkün mü?

 

Cemİ: Mimarlığın tam olarak dışında kalmadan biraz nefeslenmek, bir mola vermek istediğim dönemler olmuştur ve geriye doğru bakıldığında bunlar çok net okunabilir. Örneğin Marmara Üniversitesi'nde resim yüksek lisansı yaptığım dönem. Ya da üniversitelerde atölye yürütücüsü olarak ders verdiğim, dur kalklarla giden 4 – 5 yıllık dönem. Şimdi de hala süren bir doktora var. Mimarlığın farklı pozisyonlarında, farklı rollerle uğraşmak benim için süregelen bir şey oldu. Bunları, geçici rol değişiklikleri olarak da görebiliriz: Atölye içindeki kişi olmaktan çıkıp, bu işin eğitmenliğine soyunmak; bu arada kendini, kendi pratiğini de sorgulamak. Doktora çalışmasıyla da profesyonel yaşamı devam ederken yine öğrencilik tarafına geçmek, mola almak, nefeslenmek, sorgulamak. Gerçekten o durak noktalarına ihtiyaç var. Bu, üretimin tamamen kesildiği bir durak değil; mimarlığa bir şekilde değen bir üretimin içinde olmak.

 

Bunu bir ‘Dr Jekyll & Mr Hyde' çeşitlemesi olarak da okuyabilir miyiz?

Cemİ: Hayır, hiç öyle bakmadım. Bir çatışma olduğunu sanmıyorum, ama elbette zor. Bir kere mesleğin kendi pratiği oldukça yıpratıcı. Üretim kısmı, büroyu çekip çevirmeye çalışmak, çok sevmediğin süreçlere, tahammül edilmesi zor eşiklere varan bir iş. Bir yandan da akademik tarafta olmaya çalışmak, oldukça risk almanızı gerektiriyor.


Kısaca TeCe
Atölyeden
Referanslar
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :