Nesne, imal edilmiş şey olarak tanımlanır; mamul, standartlaştırılmış, biçimlendirilmiş ve belli ölçülere uydurulmuş yani imalat ve nitelik kurallarına bağlı kılınmış maddedir. Demek ki, nesne özellikle bir tüketim öğesi olarak tanımlanır. Belli bir nesne fikri, dünyada milyonlarca örnek, milyonlarca kopya halinde yeniden üretilir: Bir telefon, bir saat, bir biblo, bir tabak, bir mobilya, bir dolmakalem, bizim gerçekten nesneler diye adlandırdığımız şeylerdir.
Nesne artık son derece öznele değil de, son derece toplumsala doğru kaçar. İnsan için son derece bireysel ve özgün olması gereken konut –yuva– da, en nihayetinde yukarıda sayılanlar gibi toplumsal bir tüketim nesnesine dönüşmüştür. O da diğerlerine benzer şekilde bir kullanım erekliğinde, bir işlev olarak adlandırılan şeyin içinde tümüyle yutulup gidecektir. Peki, bu salt işlev, bu bir şeye yarayan şey, hangi noktada vazgeçilemeyen, kendisine bağlanılan bir fetiş nesnesi haline gelir? Konut nesnesi, barınma eylemi ile insan arasında sadece bir tür aracı ise, bu işlevsel ve basit aracıyı bir arzu nesnesine, diğerlerinden görünürde farklı bir amaca hizmet etmese de, bir markaya, övünülecek bir ‘gösterge'ye ve hatta tapınılacak bir ‘ikon' a dönüştüren nedir?
İlkece bir işlevi, bir yararlılığı, bir kullanımı olan nesneyi, bizler katışıksız araçlar olarak yaşadığımızı sanırız; oysa gerçekte bunlar, başka şeyler taşırlar, kendileri de başka şeylerdir: Anlam taşırlar. Nesne gerçekten bir şeye yarar, ama bilgileri iletmeye de yarar; biz bunu, ‘her zaman için nesnenin kullanımını aşan bir anlam vardır' diyerek tek tümcede özetleyebiliriz. Reklam bildirisi de ürünün sahip olduğu ve hatta sahip olmadığı halde öyleymiş gibi gösterilen anlamlarını bize iletir. Nesnenin görünenin ardındaki anlamının, mesajının ve imajının olduğunu kanıtlar. Bunların var olmayan bir kısmını da, farklı anlamlar yükleyen cümleler kullanarak kendisi yaratmaktadır. Artık olay, elinde haç taşıyan ve rahip kıyafeti giymiş bir adamın veya geyşa giysilerine ve makyajına bürünmüş bir kadının sahip olduğu göstergelerin anlam iletmesine benzeyen bir ‘aktarım'a dönüşür. Bir çeşit ‘simgeleştirme hareketi' dir bu.
Simgeleştirmeyi yaratan reklam bildirisi anlatıdır, hikayedir. Dildir. Sözcüklerin büyüleyici ve insanı hakimiyeti altına alan gücüdür. Bu gücü ise, insanların duygusal zayıflıklarına saldırarak, boşluklarını doldurarak ve ‘rüyalarını' bilerek kullanır. Fakat asıl önemli olan bu gücün, günümüzde sadece satış-pazarlamaya yönelik olarak çalışması değil, insanlara gerçekte olmayan, şişirilmiş hayaller satmaya çalışmaları, gerçek dışı vaatler vermeleri ve karşılığında çok da talep görmeleridir. Sanki amaç, yalnızca ‘ürünün satılması' değildir. Bilinçaltına işleyen sözcükler sayesinde insanların ‘hipnotize edilerek', aynı ürünün değerinden çok daha yüksek fiyatlara satılmasına odaklanılmış olduğu açıktır.
Çünkü gerçekte kimse, İstanbul'da herhangi bir semtte konut satın aldığında, ‘Soho'da ya da ‘Toscana'da yaşamayacak, ‘Hürrem Sultan'a dönüşmeyecek veya yaşayacağı sitenin içinde ‘ömür boyu tatil' yapmayacaktır. Amsterdam Yalıları, Paris Residence ya da Londra Tower şeklinde sunulan yapıların, ne bulundukları yerle olan bağlantıları, ne de mimarileri bu kullanılan kelimelerle bağdaşmaktadır. Fakat işe yaramakta ve işlemektedirler. Üstelik hızla, amaca uygun, büyük bir ‘düş talep eden kitle' de yaratmaktadırlar. Diğerleriyle aynı özelliklere sahip –hem mimari hem de yerleşim anlamında- olan bu konutlar, sunulan reklam bildirileriyle diğerlerinden farklı bir yere oturarak, birer ‘fetiş nesnesi'ne dönüşüverir.
Birbirinin aynısı olan, iki adet ‘temalı konut' afişini yan yana düşünelim; birisinin reklam sloganı değiştirilmiş, sadece ‘beni satın al' yazıyor, diğerinde ise ‘Hürrem'in sarayında yaşayın!' gibi çekici bir cümle var. Aslında her ikisinin de tipleri, planlamaları, değerleri, dışarıdan görülen kabuk, hitap ettikleri insan profili, ait oldukları yer ve zaman aynıdır. Söyledikleri ve verilen mesaj da benzer ve tek tiptir. Fakat insanlar, etkileyici cümlelerin olmadığı afişteki ürüne itibar etmez. Çünkü, içerisinde yaşayacakları konutu (yuvayı) satın alırken bile bir hikaye duymak isterler, kendilerine öyküler anlatılmasına, hiç olmadıkları ve belki de hayatları boyunca olamayacakları kılıklara bürünmeyi hayal etmeye ihtiyaçları vardır. Bu hayalleri de reklam metni yazarları yaratır. Oluşan talep, inandırıcı ve ikna edici cümleler, senaryolar üretilmesini körükler. Sonuçta kişilere, onlara ait olmayan ve kişide ‘başkası gibi olma' illüzyonu yaratan düşler başarıyla satılmaktadır. Peki bu doyurulması beklenen arzulara dokunan kelimeler ve içteki boşluğu bir süreliğine de olsa doldurmuş görünen cümlelerle pazarlanmakta olan bu evler, bu tek tip ‘kabuk'lar, olması gerektiği gibi bir yaşam alanı, bir ‘yuva' sağlayabilir mi?
Sonuçta hepsi birbirinin aynı, dört köşeli karton kutular gibidir. Renklerinde, dokularında ve belki formlarında ufak tefek değişiklikler olsa da, birbirlerinden keskin bir farkları yoktur. İnsan, bunların içinde yaşadığında kendi karakterini, yaşam tarzını yaşadığı mekana istese de yansıtamamaktadır. ‘Yuva'sını, ancak kendi hücresinin duvarlarına kendi sevdiği resimleri yapıştıran veya kendisi için anlam taşıyan dizeleri yazan bir tutsak kadar değiştirip dönüştürebilir. Aslında yeterince özgür değildir. Sahip olduğu bu ‘ikonik' yaşam alanı kendisine bir yandan bazı hayali tatminler sağlarken, diğer yandan farklı boşluklar yaratmaktadır; özgür olamamanın, ‘tek tip'liğin getirdiği ‘bulantı'nın dayanılmaz ve doldurulamaz boşluğudur bu. Bir süre sonra ise, bu ‘sıradanlık' ve her yandan maruz kalınan reklam saldırıları insanı delirtmeye başlar. Kent sakini hiç bir yere kaçamaz, kendi evine dahi saklanamaz. İçinde yaşadığı ve başlangıçta kendisine keyif veren o ‘konut nesnesi' bile, sanki onu boğmaya çalışan bir canlı organizmaya dönüşür. Çünkü artık ‘sahibinin' zayıf noktasını kullanarak kendisini sattırmıştır, şimdi de sıradanlığıyla sahibi üzerinde hakimiyet kurmaya, onu da kendisi ve diğerleri gibi tek tipleştirmeye çalışmaktadır.