Müzik eğitiminize başladığınız yıllarda, 1980'lerin ortalarında, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Barbaros Bulvarı üzerinde konumlanıyordu ve yanılmıyorsam bitişikteki yapı da işitme engelliler okulu idi. Bu ironik birlikteliği de düşünerek, kentin kaotik ortamı, kakofonisi içinde siz olsanız müzisyenleri nereye konumlandırırdınız?
Evet, dediğiniz gibi okulumuz sağır ve dilsizler okuluna çok yakındı. Belki de en doğru yer burasıydı. Çünkü müzisyenler, doğru ve kaliteli müziğe ulaşmaya çabalarken, güzel olmayan bir dolu yanlış ses çıkarıyor. Sanırım başka çaresi de yok. Dolayısıyla, öğrenirken çıkarttığımız seslere dayanabilecek yegane insan topluluğu ile yan yanaydık aslında. Bu nüktedan düşüncenin dışında; İstanbul'da konservatuar için bir bölge önerecek olsam yine kentin sanatsal ve kültürel kalbinin yakınında bir yerde olmasını tercih ederdim. Bu konuda gelişmiş olarak nitelenen şehirlerde genel olarak, konservatuarlar sanat faaliyetleri nerede yoğunlaşmışsa o bölgenin en ortasında konumlandırılmıştır.
Ancak seslerle sanatı yakalamak için belli bir düzen, disiplin, özverili ve titiz bir çalışma gerekiyor. Bu ortamı İstanbul'un neresinde bulabilirim ve konservatuarı nerede konumlandırabilirim diye düşünürsem, herhalde "İstanbul'da kalan son İstanbul"lardan birine koyardım. Yani sıkça medyada reklamlarına rastladığımız gibi "merkeze çok yakın, sadece 60 km!" denilen bir bölgede değil. Belki oralarda "yeni yapılan İstanbullar" daha düzenlidir. Konsantre olmak için daha uygundur. İnsan konservatuara ulaşana kadar yolda yaşama sevincini yitirmez. Tüm enerjisini, isteğini, zamanını İstanbul trafiğine teslim etmez. Bu yetmiyormuş gibi yolda şehrin gürültü ve patırtısına maruz kalıp, hassas müzisyen kulağı dolayısı ile başı beş kat daha şişmez...
Müzik eğitiminde, duyuların keskinleşmesinde kent ne kadar belirleyici oluyor?
Müzik eğitimi ile beş duyumuzdan birisi olan işitme duyumuzdaki gelişme; keskinleşme, seçici olabilme, farkına varabilme, duyduklarımızı analiz edebilme gibi özelliklerin kazanılması olarak açıklanabilir. Kentli bir insanın, hele de İstanbul gibi düzensiz ve ses kalabalığının yoğun olduğu bir ortamda konsantre olabilmesi çoğu zaman imkansız.
Seslerle ilgili bir çalışma yapabilmek için, her şeyden önce sessizliği düzenli olarak ve bunun için çaba sarf etmeden yaşamak lazım. Düzenli sessizlikten kastetmeye çalıştığım; kentlinin rutininde sabah kalktığında işe giderken, çalışırken, iş çıkışı eve dönerken yaşadığı sükunet ve düzen. İstanbul'da bu sessizliği yaşamak nasıl ve ne kadar mümkün olabilir? Sesle uğraşan sanatçıların, örneğin kemancıların ve piyanistlerin, evlerini sessiz semtlerden, mahallelerden seçmeye çalışmaları, belki de onların hiç düşünmeden tercih ettikleri bir seçenek. Sesin bizzat kendisi ile uğraşacakları ve belki de kendileri "gürültü" edecekleri için (gülüyor).
Herkesin yüksek sesle konuştuğu bir ortamda birileri çıkıp o kişilere hitap etmeye çalışırsa ne kendisi konuştuğundan bir şey anlar ne de diğerleri. İşte bu nedenle sesle sanatı yakalama derdinde olanlar, çalışmaları esnasında nasıl sesler çıkarttıklarını kontrol edebilmek için, o sesle baş başa kalmayı ve başka ses duymamayı tercih ederler. Kent izin verirse önce sessizliği yaşamak ve akabinde seslerle uğraşabilmek mümkün olur.
Örneğin Viyana son derece sakin ve bazı İstanbullular için sıkıcı denecek kadar da sessiz bir şehir. Bu düzenini de kültürel miras olarak günümüze kadar devam ettirebilmiş. Viyana'nın müzik literatüründeki yerini alışında bu özelliğini de dikkate almakta fayda var.
Günümüzde kentlerdeki insan ve araç kalabalığı düz kentliyi bile çileden çıkaracak bir hal almış durumda. İstanbul'da müzisyen olmak sizce bir handikap mı, yoksa bunun sağladığı faydalar oluyor mu? Örneğin bu durum size esin veriyor mu?
Günümüz kentinde yaşamak hepimiz için zor bence. Hayatını seslerle yaşamaya yönlendirmiş kişiler için belki biraz daha zor olabilir. Çünkü müzikle profesyonel düzeyde uğraşanlar bir süre sonra ister istemez gelen her sesi dinlemeye başlar. Alışkanlıkları arasında böyle bir "fazlalık" oluşuverir. Fakat sorsanız, kendisi bile bunun farkında değildir. Dolayısıyla, kent gürültüsüne karşı daha tepkili olma olasılığı da bu oranda yüksektir.
200 yıl kadar eskiye gidersek, Beethoven, orkestradaki enstrümanların doğal bir renge, bir anlatıma eğilimli olduğunu düşünmüş ve bütün senfonik eserlerini bu şekilde yazmıştır. Örneğin altıncı senfonisi olan "Pastoral Senfoni"yi, doğadaki renkleri ve sesleri (ağaç sesi, kuş sesi vs) düşünerek besteler. Tabi o dönemde kentsel peyzajdan çok pastoral peyzaj hakim olduğu için bunları soyutlamıştır.
Bu kriz halini fırsata çevirmeyi deneyen müzisyenler de var. Örneğin John Cage'in 4'33¨ isimli eserinde, hiçbir nota yok ve dört dakika otuz üç saniye süren bir sessizlikten ibaret. Eserin dünya prömiyerinde, New York kentinin ortasına bir konser piyanosu yerleştiriliyor. Piyanist eseri çalmak üzere piyanonun başına oturuyor. 4'33¨ piyanonun başında normal bir eseri çalacakmış gibi konsantre bir biçimde duruyor. Bu sürenin sonunda ise kalkıp selam veriyor. Cage, New Yorklu müzikseverlerin şaşkın bakışları arasından sıyrılan bir soruyu, "Bu eserde şehrin müziğini besteledim" şeklinde yanıtlıyor.
İstanbul da birçok besteciye ilham kaynağı olmuştur, fakat tabi ki gürültüsü ile değil, nispeten daha sakin olan eski hali ile... Aynı besteciler İstanbul'u, hele İstanbul'da yapılan yeni İstanbulları görseler acaba ne bestelerlerdi?
Peki, İstanbul'u soyutlayan orkestral bir beste yapmanız istenseydi, bu müzikte hangi enstrümanlar yer alırdı?
İstanbul'u anlatabilmek için yerel ve evrensel enstrümanları, çocuk korosu ve büyükler korosunu yan yana getirerek, 7 bölümlük büyük bir süit bestelerdim. Her bir bölüm, İstanbul'un bir tepesini tarif ederdi. Geçmişten günümüze ve yarına uzanırcasına olurdu sanırım.